CEPFORUM : Merak Uyandıran Açıklamalar.....(Çok İlginizi Çekcek)

  1. #21
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Eski Insanlarin Tuvaletleri

    Insanlar tarihlerinde çok uzun bir süre tuvalet kullanmadilar. Baslangiçta hayvanlar nasil yapiyorlarsa, onlar da öyle yaptilar. Islerini en yakin çalinin dibinde veya bir irmak kenarinda görebiliyorlardi. Ancak toplumlar gelistikçe, köyler, kasabalar ortaya çiktikça tuvalet ihtiyacini karsilamak için daha uzak mesafelere gitme zorunlulugu dogdu. Ayrica açikta birakilan atiklarin yarattigi kötü koku ve hastalik tehlikeleri de insanlarda bu konuda bazi önlemler almanin zamaninin geldigi bilincini olusturdu.

    Binlerce yil önce Sümerler, Misirlilar ve Hindistan'da yasayanlar oturakta oturup, ihtiyaçlarini giderdikten sonra oturaga düsenleri uzakta bir yerlere döküyorlardi. Iki bin yil önce ise Romalilar ilk basit tuvaleti kullanmaya basladilar. Atiklar oturduklari deligin içine düsüyor, deligin altindan akan su onlari uzaga tasiyordu.

    Çiftçilerin, açik arazide çalisanlarin ise zaten böyle bir dertleri yoktu. Tarlanin bir kösesine çukur kaziyor, çukur yeterince dolunca, toprakla dolduruyor ve baska bir çukur kaziyorlardi. Geceleri ise yataklarinin altinda bir lazimlik bulunduruyorlardi.

    Ortaçagda kale ve satolarda atik bir delik vasitasi ile binanin etrafindaki su birikintisine düsürülüyordu. Bir yere tuvaletini yapip, onu bir tanktan gelen su ile sürükleyip, uygun bir yere birakma fikri ilk olarak Kraliçe 1. Elizabeth zamaninda, 1589 yilinda John Harrington'dan geldi. Ancak o zamanlar Ingiltere'deki evlerde ne böyle bir tanki dolduracak, ne de atigi alip götürecek su sistemi vardi.

    Günümüzdekilere benzer bir tuvalet ancak iki yüzyil sonra 1778'de Ingiltere'de bir saat yapimcisi olan Alexander Cumming tarafindan tasarlandi ve Joseph Bramah tarafindan gelistirildi. Tuvaletlerden evlere yayilan kötü koku ise 1849 yilinda Stephen Green'in 'U' seklinde bir boruyu tuvaletin çikisina monte etmesi ile son buldu. Tuvaletlerin ve günümüzde lavabolarin da altinda bulunan bu 'U' seklindeki boruda her zaman bir miktar su kalir ve kokunun olusmasini önler.

    Tabii o zamanlar tuvaletler dökme demirden yapiliyordu. Sonra düzgün yüzeylerinin temizlenme kolayligi bakimindan seramik tuvaletler üretilmeye baslanildi. 1888 yilinda ise tuvaletlere zinciri çekilince suyu akan klozetler ilave edildi.

    Bizde tuvaletler için hela, kenef, ayakyolu, WC., 00, yüznumara gibi birçok isim kullanilir. 'WC.' Ingilizce ismindeki 'Water Closet'in bas harfleridir. Yüznumaranin hikayesi ise degisik. Eskiden Fransa'da otellerde tuvaletler koridorlarin uçlarindaydi. Odalarin her birine birer numara verirken, tuvaletlere numarasiz demisler ve '00' diye isaretlemislerdi. Fransizca'daki 'numarasiz' kelimesi ile ' 100 numara' kelimesi hemen hemen ayni telaffuz edildiginden, bizde Fransizcasi biraz kit birinin tercüme hatasi sonucu 'yüznumara' olarak yerlesmistir.

  2. #22
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Eskiden Nasil Tiras Olunuyordu

    1991'de Avusturya Alpleri'nde buzullar arasinda donmus bir erkek cesedi bulundu. Sasirtici olan cesedin 5.200 yil önce yasamis birine ait olmasi ve bugüne kadar hemen hemen hiç bozulmadan kalabilmesiydi. 'Alp Çobani' adi verilen bu cesette dikkat çeken bir baska husus da, yüzünde sakal ve biyik olmamasiydi.

    Arkeologlara göre erkekler tarih öncesi devirlerde de tiras oluyorlardi. Magara duvarlarindaki bu devirlerden kalma resimler sakal tirasi için kabuklarin, köpekbaligi dislerinin, en çok da keskinlestirilmis çakmaktaslarinin kullanildigini göstermektedir. Günümüzde kesfedilen bazi ilkel kabilelerde çakmaktasinin bu amaçla kullanildigi gerçekten de görülmektedir. Misir'da açilan mezarlarda eski Misirlilarin M.Ö. 4. yüzyilda sakal kesmek için kullandiklari altin ve bakir aletler bulunmustur.

    Tarih öncesi erkeginin sakal tirasi olma nedeni, kesilmezse 150 santimetreye kadar uzayabilecek olan sakalin hareket kabiliyetini hayli kisitlamasidir. Ancak sinek kaydi tiras olma ihtiyacinin nedeni bilinmemektedir. Her gün kesilmesi gerekiyorsa erkekler niçin sakalli yaratilmislardir, o da ayri bir konu. Erkekler günümüzde oldugu gibi geçmis zamanlarda da din, toplumsal konum ve moda gibi nedenlerle tiras oluyorlardi. Örnegin, Roma'da sadece özgür insanlar tiras olabilirdi.

    MS. 14. yüzyilda simdiki usturanin ilkelleri ortaya çikmaya basladi, ama erkeklerin acili ve kanli tiras derdi 20. yüzyilin baslarina kadar devam etti. King Camp Gillette (jilet) ABD'de 1901 yilinda ilk iki tarafli jileti kesfetti. Ancak Birinci Dünya Savasi yillarina kadar 168 jilet ve 51 makine satabilmisti. Savas baslarinda ABD hükümeti ordunun ihtiyacini karsilamak için firmaya 3,5 milyon tiras makinesi siparis etti. Böylece tiras biçagi bir sektör haline geldi.

    Kisa bir süre sonra eski bir kiliç üreticisi olan Wilkinson firmasi da tiras biçagi üretimine geçti ve bu ikili günümüze kadar piyasanin devleri olarak geldiler. Günümüzde Gillette dünya pazarinin yüzde 66'sim elinde bulundururken, Wilkinson'un payi yüzde 20'dir. Daima sektörün motoru olan Gillette aslinda kasifinin ve firmanin ismi ve bir marka iken ürünün de ismi haline gelmistir

    1950'li yillarda ilk elektrikli tiras makineleri devreye girdi. Ayni yillarda ise paslanmaz çelik tiras biçagi piyasaya çikti. Günümüz erkeklerinin yaklasik yüzde 80'i islak tirasi yani tiras biçagi kullanmayi tercih ediyor. Dünyada tiras olan 2 milyar erkek ve her birinin yüzünde ortalama 15 bin kil varken ve hele hele bu killar günde yaklasik 2 milimetre uzarken, yani bir erkegin ömrünün ortalama 100 günü tiras olmakla geçerken, kim bükebilir tiras biçagi sektörünün bilegini?

  3. #23
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Ev Çiçekleri Zararli midir


    Evimizdeki bitkiler veya süs çiçekleri solunumlarinda gündüzleri havadaki karbondioksiti alarak oksijen verirler ama geceleri ise bizim gibi oksijen alarak karbondioksit verirler. Bu nedenle de çiçeklerle ayni odada uyumanin, havadaki oksijen azalacagi için zararli olabilecegi konusunda genel bir inanis vardir. Aslinda bu dogrudur ama sanildigi kadar tehlikeli degildir.

    Konuyu daha iyi anlamamiz için bir bitkinin ayni anda yaptigi iki isi bilmemiz lazim. Birincisi hücrelerin nefes alisi, ikincisi de isik ve klorofil özümlemesi diye de adlandirilan fotosentezdir. Bu iki olay tamamen birbirinden farkli, iki ayri islemdir.

    Tüm canli hücrelerde oldugu gibi bitki hücrelerinin de yasayabilmeleri için havadaki oksijene ihtiyaçlari vardir. Havadan nefes yolu ile aldiklari oksijenle seker gibi gida moleküllerini yakarlar, enerji kazanirlar. Bu, gündüz ve gece yasamlari boyunca durmaksizin devam eder.

    Bitkilerin yapraklarindaki hücreler ayni zamanda gündüzleri isikla birlikte fotosentez islemini gerçeklestirirler. Yani bitki gündüzleri her iki islemi birlikte yaparken geceleri sadece nefes almaya devam eder. Fotosentez isleminde bitkiler havadan karbondioksiti alip oksijen verirler. Ancak hücreler buradan çikan oksijeni nefes almada tekrar kullanirlarken, nefes veristeki karbondioksiti de fotosentezde kullanirlar.

    Ortalama yetiskin bir insan, hareketsiz durumda bir dakikada 15, bir günde 20 bin kez nefes alir. Her solumada yarim litre hava cigerlerine girer. Yani dakikada 7-8 litre havayi cigerlerine çeker ve tekrar verir. Bu, günde 11 bin litre hava demektir. Aslinda nefes alirken havadan oksijen alip karbondioksit veririz ifadesi de tam dogru degildir.

    Aldigimiz havada hem oksijen vardir, hem de karbondioksit. Verdigimizde de ayni sekildedir ama oranlari degisiktir. Cigerlerimize aldigimiz havadaki oksijen orani yüzde 21 iken disari verdigimizdekinde yüzde 16'dir. Yani her nefeste aldigimiz havanin yüzde 5-6'si vücudumuzda oksijen olarak kullanilir. Dolayisiyla havadan aldigimiz günlük oksijen miktari ortalama 570 litre civarindadir.

    Gündüzleri yeterli isik altinda, bitkilerdeki fotosentez islemi, bitkinin nefes almasindan daha yogundur. Yani ortaya fazladan oksijen çikar ve gündüzleri odanizdaki havadaki oksijen miktarini artirirlar. Geceleri isik olmadigindan ve karanlikta fotosentez islemi yapilamadigindan, nefes almaya devam eden bitkilerden çikan karbondioksit miktari daha çoktur.

    Evlerimizdeki bitkilerin veya süs çiçeklerinin gündüz çikardiklari fazla oksijen ve gece verdikleri karbondioksit miktari, insanin soludugu havanin içindeki oksijen miktari yaninda o kadar azdir ki sagligimizi etkileyebilmesi mümkün degildir. Ancak kapisi, penceresi hava sizdirmaz küçük bir odada, dev bitkilerle birlikte yatma gibi bir aliskanliginiz varsa baska tabii...

  4. #24
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Bir Saat Niçin 60 Dakikadir

    Bir gün, dünyanin kendi ekseni etrafinda bir dönüsü tamamladiginda geçen süredir. Bunu herkes bilir. Aslinda tam da öyle degildir. Çünkü dünya kendi ekseni etrafinda dönüsü sirasinda

    yörüngesi üzerinde günesin etrafinda da döndügünden, günesten bakildiginda bir tam devri için geçen süre farkli gözlemlenir.

    Neyse simdi biz bunu karistirmayalim ve bugün bütün dünyanin kabul ettigi zaman sistemine bakalim;

    o Bir yil 12 aydir.
    o Bir yil 52 haftadir
    o Bir ay 28-31 gündür.
    o Bir ay 4-5 haftadir.
    o Bir hafta 7 gündür.
    o Bir gün 24 saattir.
    o Bir saat 60 dakikadir.
    o Bir dakika 60 saniyedir.
    o Bir saniye 100 mili saniyedir.

    Görüldügü gibi, bir gün kaç saniyedir diye soruldugunda bile kafadan hesaplanamayacak kadar karisik bir bölünme. Önce gün 24'e, sonra 60'a, sonra bir daha 60'a bölünüyor. Saniyeden sonraki bölünmeler ise ondalik sistemle gidiyor. Iste çocuklarin zaman hesaplarinda zorlanmalarinin sebebi.

    Bir günde niçin 24 saat oldugunu kimse bilmiyor. Bu rakamin günes saatini ilk kullanan Misirlilardan kaynaklandigi saniliyor. Yere dikilen yüksek bir tasin gölgesi sabah batiya, aksam doguya düsüyordu ve Misirlilar bu arayi altiya bölmüslerdi. Dolayisi ile bir gün 24 bölüm oluyordu.

    12 sayisi 2, 3, 4 ve 6 ile bölünebildiginden, o zamanlar en çok kullanilan sayi birimi idi ki, bugün bile düzine adi altinda sayi birimi olarak kullanilmaktadir.

    Misirlilar ayrica 30 günlük ay ve 360 günlük yil takvimini uyguluyorlardi.

    Bugün bir dairenin 360 dereceye bölünmesinin sebebinin de bu oldugu saniliyor.
    Yaklasik 3 bin yil önce, bugün Irak olarak bilinen yerde yasayan, Babilliler ise 60 sayisini matematik sistemlerinde temel olarak almislardi. 2, 3, 4, 6, 12, 15, 20 ve 30 ile bölünebilen ve 360'i da bölen bu sayi dakika ve saniyenin birimi olarak alindi. O zamanlar için onluk sistem, yani on sadece 2 ve 5'e bölünebilen zavalli bir sayi idi.

    Saniyenin bölümleri ise o devirlerde ölçülemiyordu, ölçülebilmeye baslandiginda ise dünya ondalik sisteme geçmisti ve bu esas alindi.

  5. #25
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Bozuk Paralarin Kenarlari

    Özellikle kagit para devrinden önce, alisveriste kullanilan paralar altin ve gümüs içeriyorlardi. Her devirde oldugu gibi, o devirde de bulunan bazi düzenbazlar, bu paralari kenarlarindan kaziyarak, çok az miktarda da olsa, bu degerli madenleri biriktiriyor, parayi da tekrar kullanabiliyorlardi.

    O devirlerde tüccarlar, parayi tartiyorlar ve agirligi eksikse kabul etmiyorlardi. Tabii, para da elinizde kaliyordu. Antik para kataloglarinda dikkat ederseniz, paralarin büyük bir kisminin tam yuvarlak olmadigini görürsünüz.

    Bu sorunu çözmek ve halki eksik paraya karsi korumak için bozuk paralarin kenarlari tirtilli yapilmaya baslandi. Bu tirtillar sayesinde paranin kenarinin kazindigi hemen belli oluyordu ve kenari kazinmis parayi kimse almiyordu.

    Bu adet günümüze kadar devam etti. Artik içinde degerli bir maden bulunmamasina ragmen, bozuk paralarimizin kenarlarinda ya tirtil ya da bir yazi vardir.

    Günümüzde madeni paralar 'bozukluk' veya 'ufaklik' adi altinda sadece küsuratlari ödemede kullaniliyor. Bozuk paralar da para olma niteliklerini kanundan almalarina ragmen, kullanilmalarinda bazi sinirlamalar vardir.

    Gerek kagit, gerekse madeni para olsun, her ikisiyle de yapilan ödemeleri kabul etmemek mümkün degildir. Buna 'Kanuni Tedavül Mecburiyeti' denilir ki, kagit paralarda bu mecburiyet sinirsizdir. Ödenen miktar ne kadar büyük olursa olsun, bunu karsi taraf kabul etmek mecburiyetindedir.

    Madeni paralarin ise mecburiyeti sinirlidir. En çok üzerlerinde yazan degerin 50 katini tamamen bozuk para ile ödeyebilirsiniz. Örnegin 50 bin liraliklarla, 2,5 milyona kadar ödemelerinizi yapabilirsiniz ama daha fazlasini da bozuk para ile ödeme isteginizi karsi taraf kabul etmeyebilir.

    Kagit paralarin Merkez Bankasi tarafindan basildigi bilinir de, madeni paralari Maliye Bakanligi'nin çikardigi pek bilinmez. Madeni paralarin toplam para stoku içindeki orani da yaklasik yüzde l civarindadir.

    Hiç dikkat ettiniz mi? Insan yüzleri kagit paralarda önden, madeni paralarda ise yandandir. Madeni paralarda yer çok küçük oldugundan, kabartma teknigi ile bir yüzün tam detayini vermek mümkün olamamaktadir. Yandan bir profil kisiyi daha iyi taninir kilmaktadir.

  6. #26
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Ev Çiçekleri Zararli midir

    Evimizdeki bitkiler veya süs çiçekleri solunumlarinda gündüzleri havadaki karbondioksiti alarak oksijen verirler ama geceleri ise bizim gibi oksijen alarak karbondioksit verirler. Bu nedenle de çiçeklerle ayni odada uyumanin, havadaki oksijen azalacagi için zararli olabilecegi konusunda genel bir inanis vardir. Aslinda bu dogrudur ama sanildigi kadar tehlikeli degildir.

    Konuyu daha iyi anlamamiz için bir bitkinin ayni anda yaptigi iki isi bilmemiz lazim. Birincisi hücrelerin nefes alisi, ikincisi de isik ve klorofil özümlemesi diye de adlandirilan fotosentezdir. Bu iki olay tamamen birbirinden farkli, iki ayri islemdir.

    Tüm canli hücrelerde oldugu gibi bitki hücrelerinin de yasayabilmeleri için havadaki oksijene ihtiyaçlari vardir. Havadan nefes yolu ile aldiklari oksijenle seker gibi gida moleküllerini yakarlar, enerji kazanirlar. Bu, gündüz ve gece yasamlari boyunca durmaksizin devam eder.

    Bitkilerin yapraklarindaki hücreler ayni zamanda gündüzleri isikla birlikte fotosentez islemini gerçeklestirirler. Yani bitki gündüzleri her iki islemi birlikte yaparken geceleri sadece nefes almaya devam eder. Fotosentez isleminde bitkiler havadan karbondioksiti alip oksijen verirler. Ancak hücreler buradan çikan oksijeni nefes almada tekrar kullanirlarken, nefes veristeki karbondioksiti de fotosentezde kullanirlar.

    Ortalama yetiskin bir insan, hareketsiz durumda bir dakikada 15, bir günde 20 bin kez nefes alir. Her solumada yarim litre hava cigerlerine girer. Yani dakikada 7-8 litre havayi cigerlerine çeker ve tekrar verir. Bu, günde 11 bin litre hava demektir. Aslinda nefes alirken havadan oksijen alip karbondioksit veririz ifadesi de tam dogru degildir.

    Aldigimiz havada hem oksijen vardir, hem de karbondioksit. Verdigimizde de ayni sekildedir ama oranlari degisiktir. Cigerlerimize aldigimiz havadaki oksijen orani yüzde 21 iken disari verdigimizdekinde yüzde 16'dir. Yani her nefeste aldigimiz havanin yüzde 5-6'si vücudumuzda oksijen olarak kullanilir. Dolayisiyla havadan aldigimiz günlük oksijen miktari ortalama 570 litre civarindadir.

    Gündüzleri yeterli isik altinda, bitkilerdeki fotosentez islemi, bitkinin nefes almasindan daha yogundur. Yani ortaya fazladan oksijen çikar ve gündüzleri odanizdaki havadaki oksijen miktarini artirirlar. Geceleri isik olmadigindan ve karanlikta fotosentez islemi yapilamadigindan, nefes almaya devam eden bitkilerden çikan karbondioksit miktari daha çoktur.

    Evlerimizdeki bitkilerin veya süs çiçeklerinin gündüz çikardiklari fazla oksijen ve gece verdikleri karbondioksit miktari, insanin soludugu havanin içindeki oksijen miktari yaninda o kadar azdir ki sagligimizi etkileyebilmesi mümkün degildir. Ancak kapisi, penceresi hava sizdirmaz küçük bir odada, dev bitkilerle birlikte yatma gibi bir aliskanliginiz varsa baska tabii...

  7. #27
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Farkli Dillerin Konusulmasi

    Dünyadaki 6 milyar kisinin konustugu 3000'den fazla dil vardir ama dünya nüfusunun yarisi bu dillerden yalnizca 15'ini konusmaktadir. En çok sayida insanin konustugu dil ise Çin'deki Mandarin dilidir. Yazi dili bütün Çin'de ayni olmasina ragmen halkin yüzde 70'i Mandarin dilini konusur ve kuzeyde oturan bir kisi güneydekinin konustugunu anlamaz.

    Afrika'da 1000'e yakin dil konusulmaktadir fakat l milyondan çok kisinin konustugu dillerin sayisi 30'u geçmez. Hindistan'da 800'den fazla dil konusulmaktadir. Hatta bu kalabalik ülkede, her 12 kilometre gittikçe lisanin degistigi söylenmektedir.

    Genetik bilimi, insanligin dünyanin belli bir noktasinda, çok büyük bir olasilikla Yakin Dogu'da dogarak yayildigi ve dünya üzerindeki iki toplum cografi olarak birbirinden ne kadar uzaksa genetik yapilarinin da o kadar farkli oldugu düsüncesini dogrulamaktadir. Örnegin Çin, Japon gibi dogu milletleri genetik olarak birbirlerine, Avrupalilar ise Kuzey Afrikalilara, Ortadogululara ve Hintlilere daha yakindirlar.

    Dünyanin bu genetik haritasi ile konusma lisanlarinin yayilisi paralellik gösterir. Teoriye göre milattan önce 7500 yillarinda tarimin baslamasi ve hayvanciligin gelismesi ile birlikte Yakin Dogu'dan Avrupa'ya, Kuzey Afrika'ya ve Hindistan'a büyük göçler olmustur. Bu büyük göç dalgalari üç ana dil gurubunun olusmasina yol açmislardir.

    Diller arasindaki akrabaliga, bir baska deyisle dillerin tarihsel olusumuna dayanan bu siniflandirmada, ortak bir kökenden kaynaklandiklari varsayilan diller ayni öbege konulmustur. Çeliskili olmalarina ve tam tatminkar açiklamasi yapilamamasina ragmen bu üç dil grubu sunlardir: (1) Hint-Avrupa dilleri, (2) Ural-Altay dilleri, (3) Hami-Sami dilleri.

    Türk dilleri Ural-Altay ailesinin Altay öbegindedir. Büyük dil öbeklerinin disinda siniflandirilmalarina ragmen Kore, Japon ve Eskimo dilleri de bu aileden gösterilir. Hami-Sami dillerinin en belirgin örnegi Arapça'dir. Çin-Tibet ve Kafkasya dilleri, Avustralya, Afrika ve Amerika yerli dilleri bu ana siniflandirmanin disindadirlar.

    Diller ayrica dilbilgisi yapilarina göre de dört sinifa ayrilir: (1) Kelimelerin kisa kisa, ek almadan, cümle içindeki yerlerine göre anlam yüklendikleri diller (Çin, Vietnam, vb.); (2) Zaman, kisi, olumsuzluk gibi tüm durumlarin fiilin köküne ek gelmesiyle türetilen diller (Türkçe); (3) Dilbilgisi baglantilarinin fiil kökünde degisiklik yapilarak ifade edildigi diller (Hint-Avrupa, Hami-Sami); (4) Sözcüklerle ekler birlestirilerek bir cümlenin tek sözcüge dönüstürüldügü diller (Eskimo). Örnegin Eskimo dilinde "takusariartorumagaluarnerpa" kelimesi "onun bununla ugrasmaya gerçekten niyetli oldugunu saniyor musunuz" anlamina gelir.

    Dünyadaki bütün dillerin tek ortak yani, en çok kullanilan kelimelerin, daha az kullanilanlara göre az sayida harfle yazilmalari, yani daha kisa olmalaridir. Ayrica hemen hemen bütün lisanlarda vücudun kisimlarinin ve organlarinin isimlerinin bir çogu kisa kelimelerle ifade edilir. Türkçe'deki bas, bel, kas, göz, kas, dil, dis, el, kol, saç, aya, ten, diz, kan, boy, bel, kil, vb. gibi.

    Lisanin zenginliginde milletlerin yasadigi ortamin ve kültürün etkisi vardir. Eskimo'lar ata, sadece at demekle yetinirken Türklerde atin cinsine, yasina, rengine göre degisik isimleri vardir. Ancak bizler de 'kar'a sadece kar derken Eskimo dilinde kari ve yagisini tanimlayan 32 kelime vardir.

    Hayvanlara seslenis bile dillere göre degisir. Bir Ingiliz tavugunu "bili-bili" diye çagirirsaniz anlamaz. Ingilizler tavugu "çak-çak" (chuck), Finliler "fibi-fibu" diye çagirirlar ama hemen hemen bütün dillerde tavugu kovalama sesleri birbirlerine benzer; kis-kis, kus-kus, ks-ks, kis-kis...

  8. #28
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Floresanlarin Ekonomikligi

    Floresan lambalar ilk olarak 1939 yilinda, NewYork Dünya Fuari'nda 'General Electric' tarafindan sergilendi. Amerikan evlerinin elektrikle aydinlatilmasindan yaklasik 60 sene sonra ortaya çikan floresan lambanin bilinen ampul ile savasi günümüze kadar sürdü.

    Ayni evin içinde banyoda yumusak isigi ile floresan galip gelebilirken, yatak odasinda mücadeleyi romantik isigi ile ampul kazandi. Uzun mücadele sonunda zafer floresanin oldu. Bunun esas sebebi ise evlerdeki tercihin degismesi degil, elektrik giderlerinin azaltilmasi gereken yogun yasamin oldugu isyerleri ve okullardi.

    18 Watt'lik bir floresan lamba, 75 Watt'lik bir ampul kadar isik verebilir. Yani floresanlar daha az enerji harcayip, daha çok isik verirler, yaklasik yüzde 75 enerji tasarrufu saglarlar. Piyasa satis fiyatlari daha yüksektir ama en az on misli daha uzun ömre sahiptirler. Isik tek bir noktadan degil de tüpün her tarafindan geldigi için daha fazla dagilir. Mavimsi isiklari daha yumusaktir ve gözleri yormaz.

    Floresan lambalarda, elektrik dügmesine basildiginda, transformerden geçen elektrik, tüpün bir ucundaki elektrottan digerine bir ark olusturur. Bu arkin enerjisi tüpün içindeki civayi buharlastirir. Bu buhar elektrik yüklenerek gözle görülmeyen ültraviyole isinlari saçmaya baslar. Bu isinlar da tüpün iç yüzeyine kaplanmis olan fosfor tozlarina çarparak görülen parlak isigi olusturur.

    Floresan lambalar ilk açilislari sirasinda çok elektrik çekerler. Halbuki bu miktarda enerjiyi bir saatlik açik durumda ancak harcarlar. Ayrica çok sik açip kapama ile ömürleri de kisalir. Örnegin tipik bir floresan lamba devamli açik birakildiginda 50.000 saat çalisabilir. Üç saatlik aralarla kapanip açildiginda ömrü 20.000 saate düser. Sonuç olarak floresan lambalari bir saat sonra açacaksaniz hiç kapatmamaniz daha ekonomik olabilir. Normal ampullerde açip kapamanin ciddi bir etkisi yoktur.

    Bazi insanlarin floresan tipi isiklara duyarliklari vardir. Aslinda ayirt edemeyiz ama floresanin ültraviyole içeren arki saniyede 120 kez çakar. Isigin bu frekansi bazi insanlarda migren denilen bas agrilari yaratabilir. Bu titresimleri lambaya dogrudan baktiginizda göremezsiniz ama gözünüzün kösesinden baktiginizda görebilirsiniz.

    Evlerdeki çiçekler genellikle yesil yaprakli olup, isigin kirmizi ve mavi kismini absorbe ederler. Mavi onlar için özellikle önemlidir. Ampul isiginda mavi renk çok azdir. Bu nedenle evdeki çiçekler için floresan lambalar daha faydalidir.

  9. #29
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Fotograflardaki Kirmizi Gözler


    Geceleri flasla çekilen fotograflarda genellikle gözler kirmizi çikar. Peki fotograftaki güzelligi bozan bu olay nasil olur? Niçin her zaman olmaz? Niçin gündüzleri flasla çekilen fotograflarda olmaz?

    Gözümüz iç içe geçmis üç tabakadan olusur. En disaridaki gözümüzü koruyan ve göz aki da denilen sert tabakadir. Ikincisi, kan damarlarindan meydana gelmis ve ortasinda göz bebeginin bulundugu damar tabakadir. Bu damarlar sayesinde fazla isikta göz bebegimiz küçülür, karanlikta ise daha çok isik alabilmek için büyür ama bu hareketi oldukça yavas yapar. Üçüncü tabaka da retina adi verilen, isiga duyarli kilcal damar aglarindan olusan ag tabakasidir.

    Köpek, kedi, geyik, karaca gibi hayvanlarin gözlerinin arkasinda, yani retinalarinda ayna gibi, yansitici özel bir tabaka vardir. Eger karanlikta gözlerine el lambasi veya araba fari gibi bir isik tutarsaniz, bu isik gözlerinin içinden yansir ve gözleri karanlikta piril piril parlar. Insanlarin gözlerinin retinasinda ise böyle bir yansitici tabaka yoktur.

    Fotograf makinesinin flasi çok kisa bir zamanda çok kuvvetli bir isik verir. Gözbebegimiz ise bu kadar kisa zamanda küçülmeye firsat bulamaz. Isik dogrudan retinaya ulasir ve oradan da dogrudan kilcal damarlarin görüntüsü yansir. Iste flasla çekilen fotograflarda görülen bu kirmizilik retina tabakasindaki kilcal damarlarin görüntüsüdür.

    Günümüzde, birçok fotograf makinesinde, gözün bu kirmizi görüntüsünü azaltacak önlemler alinmistir. Bu makinelerde flas iki kere çakar. Birinci çakis resim çekilmeden az önce olur ve gözbebeginin küçülerek gözdeki yansimayi azaltmasina zaman tanir. Ikincisi de tam fotograf çekilirken olur ki, gözbebegi olmasi gereken durumu almistir zaten. Baska bir önlem de odadaki bütün isiklari açarak gözbebeginin önceden küçülmesini saglamaktir.

    Geceleri flasli fotograflarda, gözlerin kirmizi çikmasinin önlenmesinin bir yolu da flasi objektiften olabildigince uzak tutmaktir. Günümüzde fotograf makineleri o kadar küçülmüstür ki, flas makinenin bünyesinde ve objektife birkaç santim mesafededir. Flasin isigi göze gelip yansiyarak geri döndügünde dogrudan objektife gelir. Gündüzleri ise gözümüze disaridan, her yönden isik geldigi için, flasin isigi bunlarin arasinda daha az oranda gözümüze girer ve kirmizi göz olayi yaratmaz.

  10. #30
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Gazeteyi Enine Yirtmak

    Denerseniz göreceksiniz ki, bir gazete sayfasini yukaridan asagiya düzgün olarak yirtabilirsiniz. Ancak sagdan sola yani enine yirttiginizda düzgün yirlamazsiniz, muhakkak zikzaklar olusur.

    Gazete kagidinin ana maddesinin agaç oldugunu hepimiz biliyoruz. Bir gazete kagidinda agacin lifleri yukaridan asagiya olacak sekilde gelir.

    Iste bu sebeple bir gazete sayfasini düsey olarak yirtarsaniz, yirtik, liflerin yolunu takip ederek düzgün bir sekilde asagiya kadar iner. Enine yirtildiginda, her life rastlayisinda yirtilma zikzak çizer.

    Peki lifler niçin düsey dogrultuda? Bunun nedeni kagidin üretilis biçiminde yatiyor. Bu lifler çok az su içeriyor ve üretim bandinda, bandin hareketi boyunca yayiliyor. Üretim bandi sonunda su kuruyor ama, lifler kagitta uzunlamasina yer aliyor.

  11. #31
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Gün ve Ay Isimleri


    Tavla oynayanlar Farsça altiya kadar saymasini bilirler (yek, du, se, cihar, penç, ses). Simdi de yedi sayisini ögreniyoruz. Farsça yedi 'heft' dir (veya hefte). Yedi günlük 'hafta' ismi de buradan alinmistir. Halen Türkçe'de kullandigimiz gün isimlerinin kökenlerinin neler olduklarini biliyor musunuz?

    Cuma .......Arapça......(toplama, toplanma)
    Cumartesi-----Arapça......(ertesi - Türkçe)
    Pazar........Farsça.......(ba = yemek, zar = yer)
    Pazartesi.....Farsça.......(ertesi - Türkçe)
    Sali.........Ibrânice.....(üçüncü)
    Çarsamba....Farsça........(cehar senbe = dördüncü gün)
    Persembe....Farsça.......(penç senbe = besinci gün)

    Günümüzde kullandigimiz ay isimlerinin geldikleri yerler de karisik. Hicri takvimdeki Arabi ay isimlerinin bugün hiçbirini kullanmamamiza ragmen yine de Subat, Nisan, Haziran, Temmuz ve Eylül aylarinin isimlerinin kökenleri Arapça ve Süryanice, Kasim ayinin ise Arapça.

    Isin daha ilginç yani bunlardan Subat, Nisan, Temmuz ve Eylül hemen hemen ayni telaffuzla Yahudi takviminde de yer aliyorlar. Gelin aylarin isimleri ve kökenlerine bir göz atalim.

    Ocak = Türkçe (Kisin evlerde ates yakilan yer)
    Subat = Süryanice
    Mart = Latince (Maritus - mitolojik isim Mars'tan)
    Nisan = Süryanice
    Mayis = Latince (Tanriça Maria'nin ayi)
    Haziran = Süryanice
    Temmuz = Arapça / Süryanice
    Agustos = Latince (Roma Imparatoru Augustus'un adindan)
    Eylül = Süryanice
    Ekim = Türkçe (Topragi ekmekten)
    Kasim = Arapça (Bölen)
    Aralik = Türkçe (Iki zaman dilimi arasi)

  12. #32
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Gözlügün Tarihçesi


    Süphesiz tarih boyunca tüm insanlarda görme kusuru olmustur. 13. Yüzyilda gözlük ortaya çikincaya kadar gerek dogustan gerekse sonradan göz bozuklugu olan insanlar, ömürlerini böyle geçirmeye, is yapamamaya hatta evden disari çikamamaya mahkumdular.

    Aslinda gözlügün ana malzemesi olan camin tarihi 4 500 yil evveline kadar gidiyor. Antik dünya insanlarinin optik hakkinda bilgileri oldugu, camin belirli bir formunun cisimleri büyüttügünü fark ettikleri biliniyor. Halta milattan önce l000 yillarina ait, büyüteç olarak kullanilmis cam örneklerine Girit'teki kazilarda rastlanilmistir. Ne var ki büyütecin cam haline gelmesi çok zaman aldi.

    Gözlügü ilk bulan kisinin kim oldugu bilinmiyor. Insanlik tarihinin büyük tesekkür borçlu oldugu, bu parlak bulusu gerçeklestiren kisinin kim oldugu bütün arastirmalara ragmen hala sirrini koruyor. Bu kisinin 1250 veya 1280 yillarinda Venedik'te yasamis olmasi büyük bir olasilik, çünkü 13. Yüzyilda, Ortaçagda Venedik, Italya'da cam üretimiyle ünlü olan bir yerdi.

    Ilk gözlüklerin mercekleri konveks, yani disbükeydi ve sadece yakini görme problemi olanlarin islerine yariyordu. Uzagi görme sorunu olanlarin derdine çare olacak konkav (içbükey) merceklerin üretilmesi için yüzyil geçmesi gerekecekti. Görüldügü gibi gözlügün tarih içindeki gelismesi oldukça yavastir.

    Uzagi görme sorununu yani miyoplugu düzeltecek merceklerin ancak 15. yüzyilda yapilabilmesinin sebebi o tarihlerde, gözlügün daha çok yakini okuma amaçli kullanilmasi, uzagi görememenin o kadar önemsenmemesi ve içbükey merceklerin imalinin daha zor ve pahali olmalariydi.

    Gözlük icat edildikten ancak 350 yil sonra düsmeden yüzün ortasina tutturulabildi. Aslinda bu gözlük tarihindeki en son ve önemli bulustu. Edward Scarlett 1730'da Londra'da sabit gözlük sapini icat etti. Saplar kafaya göre ayarlanabildigi için gözlük burun üzerine daha az agirlik yapiyor, düsme tehlikesi de önlenmis oluyordu.

    Ancak tüm bu yavas gelismeye karsin gözlügün insanliga hizmeti büyük oldu, en azindan onlarin yasama bagliliklarini arttirdi. Matbaanin icadindan, basilan kitap ve gazete sayisinin artmasindan sonra gözlük lüks olmaktan çikip tam bir ihtiyaç oldu.

    14. Yüzyil ortalarinda Italyanlar gözlük camlarina belki sekillerindeki benzerlikten dolayi 'mercimek' anlaminda 'lenticchie' adini verdiler. Ingilizcesi de 'lentis' olan mercimek, yaklasik iki yüzyil gözlük cami anlaminda da kullanildi. Günümüzde kullanilan 'lens' adinin kökeni de bu sebeple mercimege dayaniyor.

    Ilk gözlükçü dükkani 1783'de Philadelphia'da açildi. Francis Mc Allister dükkaninda gözlükleri bir sepetin içine yigiyor, müsteriler de bunlari tek tek deneyerek gözlerine uygun geleni aliyorlardi.

    Ilk günes gözlüklerinin 1430'lu yillarda Çinliler tarafindan kullanildigini biliyor muydunuz? Ateste dumanin isi ile kararttiklari gözlükler görme kusurlarini düzeltmek için degildi. Sanilacagi gibi Günes'ten korunmak için de degildi. Çinliler basta mahkemeler olmak üzere bir çok yerde gözleri görünmesin, düsünceleri göz ifadelerinden belli olmasin diye bu koyu renkli gözlükleri takiyorlardi. Daha sonralari Italya'dan Çin'e numarali gözlükler de getirildi ama Çinliler onlarin da çogunu iste kararttilar.

  13. #33
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Haftanin 7 Gün Olmasi



    Bir gün Günes'in dogdugu zamandan ertesi gün dogacagi zamana kadar geçen süredir. Bir ay ise Ay'in ayni evresinin gökyüzünde tekrar göründügü zamana kadar geçen süredir. Çok eskilerde bu zaman birimleri insanlarin hayatlarini organize edebilmeleri için yeterliydi.

    Zamanla bir günden uzun, bir aydan da kisa bir zaman birimine ihtiyaç duyuldu. Babilliler 7 günlük haftayi zaman birimi olarak kullanmaya basladilar. Sonralari Yunanlilar, Çinliler ve Misirlilar 10 günlük, Romalilar ise 8 günlük haftayi kullanmaya çalistilar.

    Bir hafta olarak kabul edilen yedi günlük sürenin kaynagi tam olarak bilinmiyor. En kuvvetli tez bu sürenin Ay'in evrelerinden kaynaklandigina dayanir. Ay'in dört evresinin (yeni ay, ilk dördün, dolunay, son dördün) sürelerine en yakin olan tam gün sayisi yedidir.

    Ancak bu dogal ve astronomik temelin yani sira astrolojik bir inanisin da, ta Babilliler zamanindan itibaren, yedi günün bir hafta olarak seçilmesinde rol oynadigi ileri sürülüyor. Ilk çaglarda bilinen bes gezegen ile Günes ve Ay'in toplam sayisinin yedi olusu bu sayiya gizemli ve ugurlu bir sayi olarak bakilmasina neden olmustur.

    Daha sonralari dinlerde göklerin yedi kat olusuna inanis, müzikteki ana nota ve tabiattaki ana renk sayilarinin da yedi olusu bu sayinin gizemini iyice arttirmistir. Takvimde yedi günlük haftanin resmiyet kazanmasi ise milattan sonra 327 yilinda Roma Imparatoru I. Constantinus'un çikardigi bir emirle olmustur.

    Tevrat'in yaratilis (tekvin) anlayisina göre Tanri evreni 6 günde yaratmis, yedinci günde de (cumartesi) dinlenmistir. Hiristiyanlar haftayi Tevrat'taki sekliyle kabul ettiler, yalniz Hz. Isa'nin dirilis hatirasina yedinci günü degil de birinci günü, yani pazari 'Tanri Günü' olarak kabul ettiler.

    Islam dininin dogusundan sonra da yine yedi günlük hafta süresi benimsendi. Ancak Hz. Muhammed'in müminleri mescitte toplayip, namaz kildigi, hutbede devlet ve günlük isleriyle ilgili açiklamalar yaptigi altinci gün (cuma) dinlenme günü olarak kabul edildi. Türkiye Cumhuriyeti'nde 27 Mayis 1935 tarihinde yayimlanan bir kanunla tatil günü cumadan pazara alindi.

    1792 yilinda Fransa takvim yapisini degistirerek 10 günü bir hafta kabul etti ama yürütemedi. Rusya 1929'da 5 günlük hafta uygulamasina geçti, sonra bir haftayi 6 güne çikardi ve sonunda pes ederek 1940'da 7 günlük haftaya geri döndü.

  14. #34
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Havai Fisekler

    Geceleri havai fisek atislarinin gürültüsü ve ardindan aniden parlayan rengarenk isiklarla gökyüzündeki manzara gerçekten büyüleyicidir. Havai fiseklerle özel günleri ve bayramlari kutlama gelenegi çok eskilere uzaniyor. 'Piroteknik' denilen bu sanat Çin'de milattan önce 2000 yillarinda bile biliniyordu.

    Yüzde 75 güherçile (potasyum nitrat), yüzde 15 odun kömürü (karbon) ve yüzde 10 kükürtten olusan ve 'piroteknik karisimi' denilen, diger adiyla 'barut' olarak bilinen bu karisim Çin'de havai fiseklerde binlerce yildir kullanilmasina ragmen Avrupa'ya milattan sonra I300'lü yillarda gelebilmistir.

    Yanma olayinin olmasi için oksijene dolayisiyla havaya ihtiyaç vardir. Ancak piroteknik karisim hava olmadan da yanar. Nitratin içindeki oksijen, karbon ve kükürdü yakmada kullanir ve karisim bitinceye kadar yanmayi sürdürür. Bu maddeler ne kadar iyi hapsedilmislerse yanma da o kadar infilak seklinde olur.

    Piroteknik karisimin Avrupa'da taninmasi ve atesli silahlarda patlayici olarak kullanilmasi ancak 14. yüzyilda gerçeklesebildi. Zamanla dinsel festivallerin, bayramlarin, törenlerin ve özel günlerin bir parçasi haline gelen havai fisekler 19. yüzyilin baslarina kadar sadece tek renkliler yani sadece sari isiklar saçiyorlardi.

    Maddelerin belirli bir sicakliga, akkor haline kadar isitildiklarinda kendilerine özel bir isik yaydiklarinin kesfiyle sadece havai fisekler renklenmedi, kimya ilminde de çok önemli bir asama kaydedildi. Artik kimyacilar bir maddenin içindekileri analiz edebilmek için isitiyorlar ve çikan renklere göre spektrometre denilen bir cihazla hangi maddeden ne kadar oldugunu tespit edebiliyorlardi.

    Bu bulus, proteknik karisima, yanmayla degisik renkler veren çesitli metallerin ilavesi sonucu havai fiseklerin de renklenmelerini de sagladi. Artik proteknik uzmanlari, canli renkler veren bilesimleri arastiriyor, bir ressam gibi bunlari kaynastiriyorlardi.

    Karisima katilinca degisik renkler veren baslica elemanlar sunlardir: Kalsiyum, lityum, stronsiyum (kirmizi), sodyum (sari), baryum, çinko (yesil), bakir, arsenik, kursun, selenyum (mavi), potasyum (mor).

    Degisik renkler elde etmek kadar, havai fiseklerin gökyüzündeki görüntüsünü dizayn etmek de önemlidir. Karisim tam homojen, toz halinde ve ince tanecik boyutunda olmali, istenmedikçe tutusma riski olmadan saklanabilmeli ve tasinabilmelidir. Ancak havai fisek dizayninda en önemli sey patlamadaki zamanlamadir.

    Karisim önceden farkli renklerde, küçük yildizlar biçiminde hazirlanir. Daha sonra bunlar bir veya birkaç kere ateslenip patlayacak sekilde havai fisegin ana gövdesi içine yerlestirilir. Ana gövde saglam malzemeden yapilmis bir kovandir ve ayri bir bölümünde bulunan barut sayesinde roket gibi göge yükselir.

    Gövde istenilen yükseklikte patlayarak, karisimin isinmis ama tam yanmamis parçaciklarinin, kullanilan malzemeye göre rengarenk, yildiz seklinde bir kivilcim yagmuru olarak etrafa saçilmalarini saglar. Görüntüyü daha etkileyici kilmak, patlama sirasinda olusan görüntünün zemin rengini daha siyah yapabilmek için karisima bol miktarda kandil isi ve odun kömürü de ilave edilir.

  15. #35
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Havlularin Kokmasi


    Banyodaki havlular yikanildiktan sonra, yani vücudumuz tertemiz iken kullanilir ve sadece vücudumuza degerler. Buna ragmen birkaç gün içinde bu havlular kokmaya baslarlar. Bunun sebebi vücudumuz degil vücudumuzdaki ölü deri hücreleridir. Istedigimiz kadar bol su ve sabunla yikanalim, su ile birlikte kirlerin ve bakterilerin gittigini zannedelim, yine de vücudumuz üstünde ölü deri hücreleri kalir ve kurulanirken bunlar havluya geçer.

    Bundan sonraki sorun havalandirmadir. Zaten havasi devamli nemli olan banyolar küflenme için ideal ortamlardir. Bu nedenle banyolari yikanma sirasinda degil de az sonra açip havalandirmak gerekmektedir. Aksi takdirde havluya sinmis deri hücreleri süratle kokusmaya baslarlar.

    Ellerimizi yikadigimizda sabunun görevi derimiz üzerindeki bakterileri gevsetmektir. Ellerimizi bir havlu ile kuruladigimizda bu gevsemis bakteriler de havluya geçer. Dolayisiyla ellerimizi sabunla yikadiktan sonra kurulamadan islak birakmanin temizlik bakimindan pek faydasi yoktur.

    Daha ziyade halka açik yerlerde ve isyerlerinde tuvaletlerde kullanilan elektrikli el kurutuculari elleri kuruturlar ama bakteriler yine deride kalirlar. Bu nedenle temizlik açisindan havlular, tabii ki temiz olmak sartiyla, sicak hava üfleyen elektrikli kurutuculardan daha etkindirler.

    Havlularin diger kumaslardan farkini yaratan, suyu kolayca emme özelligini veren, kullanilan ipligin cinsi ve daha önemlisi havlu kumasinin dokunus biçimidir. Havlu kumas, kumasin iki yüzünde halka gibi kivrilmis iplikler birakan, ana çözgüden ayri bir çözgüyle dokunur. Havlu kumas yapiminda daha çok pamuk ipligi kullanilir ve özel bir islemden (apre) geçirilerek su emme gücü arttirilir.

    Türkiye'de havluculuk 18. yüzyilin basindan itibaren Bursa'da gelismistir. Bunun nedeni Bursa'da kadife dokumaciliginin dünya çapinda gelismis olmasidir. Havluculuk, kadife dokumaciliginin bir yan ürünü olarak dogmustur. Havlu ismi de Hav'li kumas anlaminda Arapça'dan gelmektedir. 'Hav' Arapça'da kadife, çuha gibi kumaslarin yüzeylerindeki ince tüylere verilen addir. Hav'siz olarak yapilan ve peskir de denilen keten havlular ise ayri bir imalat konusudur.

  16. #36
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Helikopter Pervaneleri

    Günümüz tasitlari içinde en çok yönlü ve sasirtici olani helikopterdir. Üç boyutta da hareket edebilmesi, hemen hemen her yere gidebilmesi nedenleri ile uçaklarla yapilamayan birçok özel görevlerde de kullanilabilirler. Ancak helikopterlerin uçma mekanizmalari uçaklara göre oldukça karisik, üretim maliyetleri de daha yüksektir. Helikopterleri uçaklardan ayiran önemli özellikler, havada asili durabilmeleri, kendi eksenleri etrafinda dönebilmeleri ve geri geri uçabilmeleridir.

    Uçaklarda gerekli gücü motor saglar ama asil havada kalabilmelerini saglayan kanatlaridir. Helikopterlerde ise havada kalmayi saglayan motora bagli pervanelerdir. Onlari bir çesit dönen kanat olarak düsünebiliriz. Bir helikopterde iki veya daha fazla kanat olabilir.

    Kanatlara hafif bir açi verilip, ana motor çalistirilinca, dönen kanatlar helikopteri kaldirmaya çalisir. Yerde iken sorun yoktur ama havalaninca helikopterin gövdesi, pervanenin dönüs yönünün tersine dönmeye baslar. Iste burada bu hareketi durdurabilecek ilave bir güce ihtiyaç vardir.

    Bu ilave gücü saglamanin en kolay yolu, dönüs yönüne dik ilave bir pervane koymaktir. Buna kuyruk rotoru denilir. Kuyruk rotoru aynen uçak pervanesi gibi bir itis gücü yaratir ve helikopterin gövdesinin dönmesini dengeleyerek sabit kalmasini saglar.

    Kuyruktaki pervaneyi döndüren ayri bir motor yoktur. Hareketini ana motordan bir saft ile alir ve altindaki disli kutusu vasitasi ile dönmesi gereken devirde döner. Helikopterleri tam olarak kontrol edebilmek için ana ve kuyruk pervanelerinin ayarlanabilir olmalari gerekir. Kuyruk pervanesinde kanatlarin egimlerinin, yani açilarinin ayarlanmasi ile helikopterin kendi ekseni etrafinda dönebilmesi saglanir.

    Ana pervane ise çok önemlidir. Yükseklik degistirmeyi, ileri ve geri gitmeyi, dönmeyi o saglar. Bunun için de inanilmaz derecede dayanikli olmasi gerekir. Isin asil sirri ise ana pervanenin dönen kanatlarinin egiklik açilarinin bir tam tur süresince degismesidir.

    Helikopterlerin havada hareketsiz kalabilmeleri için pervanelerin açilari da sabit olmalidir. Bu açilari tüm kanatlarda ayni anda degistirmekle alçalma ve yükselme saglanir. Kanatlar arkaya geldiklerinde açilari büyük, öne geldiklerinde daha küçük ise ileri dogru hareket, tersi durumda da geriye dogru hareket saglanir.

  17. #37
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Hohlamak Neden Isitir


    Sicak bir içecegi, çayi, kahveyi, çorbayi üfleyerek sogutmaya çalisiriz. Kisin soguk havalarda ise ellerimizi isitmak için hohlariz. Aslinda iki harekette de cigerlerimizdeki havayi disari veriyoruz. O zaman nasil oluyor da bir dudak hareketi ile istedigimizde sicak, istedigimizde soguk hava verebiliyoruz?

    Her ikisinde de cigerlerimizden gelen havayi disari verdigimiz dogrudur. Bu havanin sicakligi vücut isimiz civarindadir. Çok sicak günler hariç vücudumuz, disaridaki ortama göre daha sicaktir.

    Hohladigimizda bu hava agzimizin aldigi sekilden dolayi genlesmeye ugramadan ve isisi pek degismeden disari verilir. Açikta, hava ile temasta olan ellerimiz bu havaya göre daha soguk olduklarindan, hohladigimiz havayi oldukça sicak hissederler.

    Dudaklarimizi birlestirip hava üfledigimizde, dar bir kanaldan geçerek genis bir bosluga çikan hava genlesir, enerjisinin bir kismini harcar, sicakliginda biraz düsüs olur. Ne var ki çorbaya üfledigimizde onun sogumasinin nedeni üfledigimiz havanin düsük isisi degildir.

    Sicak bir cisimle etrafindaki hava arasindaki sicaklik farki ne kadar büyükse cisim o kadar hizli sogur. Agzimizla sicak çorbanin üstüne üfledigimizde onun üstündeki isinmis havanin yer degistirmesini, yerini çevre sicakligindaki daha soguk havaya birakmasini, bu soguk hava ile isi alisverisi yapan çorbanin da daha çabuk sogumasini saglariz.

  18. #38
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Hizli Okuma Teknigi


    Bir resme, bir karikatüre bakariz ama bir yaziyi okuruz. Aslinda ikisi arasinda bir fark yoktur. Gözümüz sekilleri görür, beyin de degerlendirir. Ancak okumayi ögrenmeye basladigimizdan beri edindigimiz ve hemen herkeste bulundugu için farkina varamadigimiz bazi aliskanliklar nedeni ile okuma hizimiz, insanin sahip oldugu kapasiteye göre hayli yavastir.

    Insanlar sadece göz ve beyin arasinda olmasi gereken okuma isleminin arasina bazi lüzumsuz aliskanliklar katarlar. Kimi duyulacak sekilde (özellikle çocuklar) sesli okur, kiminin okurken dudaklari kipirdar, kimileri ise yaziyi içinden kelime kelime okur.

    Bütün bu kötü aliskanliklar okuma süresince ekstra bir güç sarfettirdiginden okurken çabucak yorulmaya da sebep olurlar. Halbuki okuma sirasinda agiz, dil, dudak, damak ve girtlak gibi organlarin çalismalarina hiç gerek yoktur.

    Yavas okumamizin birinci nedeni gözümüzün görme alanini iyi kullanmamamiz yani okurken her kelimeye tek tek bakmamizdir. Bu sekilde normal bir satiri okumak için gözümüzü 8-12 kere hareket ettirmemiz gerekir. Halbuki gözümüzün bir bakisinda birden fazla kelimeyi görebildigimizden ayni uzunluktaki bir kelimeyi 2-3 göz hareketi ile okumamiz mümkündür.

    Günümüzün bas döndürücü temposunda yavas okuyarak zaman kaybetme lüksümüz yoktur. Örnegin 400 sayfalik bir kitapta yaklasik 96 000 kelime vardir. Bu kitabi dakikada 150 kelime okuyan bir kisi 10 saatte, 500 kelime okuyan 3 saatte, l 000 kelime okuyabilen ise 1,5 saatte bitirebilir. Basit fakat disiplinli bir egitimle kazanilacak zaman muazzamdir.

    Okumamizi yavaslatan en önemli psikolojik etken ise hizli okursak anlayamayacagimizi zannetmemizdir. Etrafindakilerden sürekli 'tane tane oku' veya 'yüksek sesle oku' direktiflerini alan bir çocugun bu aliskanligi zamanla köklesmis hale gelir.

    Halbuki dakikada 6 000 kelime okuyarak küçük yasta üniversiteye giden Mariel Aragon, dakikada 2 500 kelime okuyarak ABD'yi yöneten John Kennedy hizli okuyarak daha iyi anlamanin mümkün oldugunun kanitlaridir.

    Süratli okuma teknikleri ise paragraf okumak, sütun okumak, çapraz okumak gibi çesitlidir. Bunlarin içinde anlama bakimindan sütun okuma en etkin olanidir. Bu teknikte 3-4 kelimelik dar bir sütunu okuyorsaniz, sütunun ortasindan bir dogru boyunca gözleri asagiya dogru kaydirmak yeterlidir. Devamli bir çalisma sonunda sütunu tamamiyla anladiginizi göreceksiniz.

    Daha genis sütunlarda da yine ayni sekilde ancak her satirda kelimeleri birer atlayarak yani 4-5 kelimelik bir satirda ikinci ve dördüncü kelimeleri okuyarak sütunu taramak yeterli olmaktadir. Gözler diger kelimelerin resimlerini çekecek ve beyne ileteceklerdir.

    Çok fazla kisisel yetenek gerektirmeyen hizli okuma teknigi ile okumak, konsantrasyonun yaninda kültüre ve sürekli egzersiz yapmaya da baglidir. Tüm bu kosullari saglayanlar rahatlikla dakikada 1000 kelime okuma seviyesine çikabilmektedirler.

  19. #39
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Kâgit Nasil Yapiliyor

    Kleopatra, Konfiçyüs, Einstein, Edison, Ts'ai Lun. Bütün bu kisilerin içinde insanlik tarihinin gelisimine en büyük faydasi olan kimdir dersek, herhalde Ts'ai Lun demezsiniz. Ama O'dur. Ts'ai Lun günümüzden yaklasik 2000 yil önce Çin'de yasayan bir memurdu ve MS 105 yilinda bugünkü kullanilan hali ile kagidi icat etti. Dutagaci kabugu, kenevir ve kumas paçavralarini suyla karistirarak ezdi, lapa haline getirdi, presleyerek suyunu çikardi ve bu ince tabakayi kurumasi için günesin altinda ipe asti.

    Aslinda insanlar MÖ 3500 yillarinda bile üzerine yazi yazabilecek çesitli seyler kullaniyorlardi. Kagidin icadi sonraki devirlerde Çinlileri dünyanin en gelismis kültürünün sahibi yapti. Sasirticidir ki, Orta Asya'ya 751, Bagdat'a ise 793 yilinda ulasan Ts'ai Lun'un kagit yapma metodu, Avrupa'ya 1000 yilda gelemedi. Avrupa'da ilk kagit ancak 1151 yilinda Ispanya'da yapilabildi.

    Özellikle matbaanin icadi ile birlikte kagida olan ihtiyaç gittikçe büyüdü. Yeterli hammadde bulmakta zorlanildi. Ayrica bu sekilde kagit imalati çok zaman aliyordu ve dünyanin bir çözüme ihtiyaci vardi.

    Kesin tarih bilinmiyor ama yaklasik 18. yüzyilin baslarinda Fransiz bilimci Rene-Antonie Ferchault de Reaumur ormanda agaçlarin arasinda yürürken bir yaban arisi kovani gördü. Yaban arilari evlerinde olmadigindan durup kovani incelemeye basladi. Birden kovanin kagittan yapilmis oldugunu gördü. Peki onlar paçavra kullanmadan kovani nasil yapiyorlardi? Sadece paçavra degil, kimyasallar, ates ve karistirma tanklarini da kullanmiyorlardi. Arilar insanlarin bilmedigi neyi biliyorlardi ?

    Aslinda her sey çok basitti. Kisa bir gözlem sonucunda gördü ki, yaban arilari ince dallari veya çürümüs kütükleri kemirir gibi agizlarina aliyorlar, burada mide sivilari ve salyalari ile karistiriyorlar ve kovanlarini yapmada kullaniyorlardi. Reaumur arilarin sindirim sistemini de inceleyerek bulusunu 1719 yilinda Fransiz Kraliyet Akademisi'ne sundu.

    Ilk kagit makinesi 1798 yilinda yapildi. Ancak bu genis bir kayisin dönerek fiçidaki lapayi aldigi ve ince kagit haline getirdigi, her dönüste tek bir kagit yapabilen basit bir makine idi. Silindirli makine çok geçmeden 1809 yilinda John Dickinson tarafindan icat edildi.

    Günümüzde kagit üretimi yüksek teknoloji ile ve tam otomatik olarak yapilabilmektedir ama islemin asli esas olarak degismemistir. Kagitlarin arasindaki kalite farkini kullanilan lifin türü, lapanin hazirlanisi, içine katilan malzemeler, kimyasal veya mekanik metotlar belirler. Her ne kadar liflerin elde edilmesinde agaçlar ana kaynak ise de özellik tasiyan kagitlarin yapilmasinda günümüzde sentetik lifler de kullanilmaktadir.

  20. #40
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Kalp Sembolü

    Ilk insanlar kalbin, duygularin merkezi olduguna ve ruhun burada oturduguna inaniyorlardi. Heyecanlandiklarinda, korktuklarinda, karsi cinse ilgi duyduklarinda kalbin gümbür gümbür atmasi, kalbe alinan bir yaranin hemen ölüme sebep olmasi bu inanci güçlendiriyordu.

    Eski Misir'da kalbin dolasim sistemi içindeki yeri biliniyordu ama kalbin ayni zamanda hafiza, akil ve idrak yeteneklerinin de merkezi oldugu saniliyordu. Kalp ve duygular arasindaki bu iliskiye olan inanç tarih boyunca devam etti.

    Kutsal kitaplar bile 'Tanri'yi bütün kalbinizle ve ruhunuzla sevin' derken sevgiyi, ruh ve kalple özdeslestiriyorlardi. Günümüzde tüm duyu merkezlerinin beyinde toplandigi bilinmesine ragmen insanlar sevgiden bahsederlerken ellerini baslarina degil kalplerine götürürler.

    Günümüzdeki sekliyle stilize edilmis kalp sembolünün ortaya çiktigi zamanlarda aski simgeledigi süphelidir. Iskambil kagitlarinda 'kupa'nin da sembolü olan bu sekil, 1400'lü yillardan beri kullanilmaktadir. Iskambil kagitlarinda asil sinifi ve kiliseyi temsil eden kupanin sekli kalbi ve aski degil kalkani simgeler.

    Insan ilmiyle ugrasan antropolog Desmond Morris kalp sembolünün insan disisinin kalçalarinin seklinden kaynaklandigini ve uzun bir süre seksüalite sembolü olarak bilindigini iddia ediyor. Çok sasirtici ve hiç de romantik olmayan bir teori ama bu konuda yapilan arastirmalardan elde edilen daha sasirtici sonuçlar da var.

    New Yorklu tasarimci Laura Tolkow, Misir hiyerogliflerini yani resimli yazilarini incelerken kus ve piramit sembollerinin yaninda bas asagi duran kalp sembolleri de dikkatini çekiyor. Önceleri kalp sembolünün o zamanlarda bile aski temsil ettigini saniyor ama yazilarin anlamlarini ögrenince tam anlamiyla sok oluyor, çünkü hiyerogliflerdeki bu ters kalbe benzeyen sekiller erkek testislerini sembolize ediyor.

    Biyolog John Hertner'in açiklamasi ise daha akla yatkin gibi. Ona göre eski çaglarda Katolik kilisesi, insan vücudu üzerinde bilimsel çalisma yapanlarin, insan vücudunu kesip biçmelerini hos karsilamiyordu. Insan kadavrasi üzerinde çalisma imkani bulunamadigindan anatomik çalismalar kurbagalar ve fareler üzerinde yapiliyordu.

    Kurbaganin dolasim sisteminin semasi bugün bile okullarda ögretilir. Bu semada kalbe giren ve çikan ana damarlar, kalbin üzerinde iki genis yay olustururlar. Bu yaylarla birlikte kurbaganin dolasim semasi kalp sembolünün aynidir. Hertner, o çaglarda bu damarlarin da kalbin bir parçasi olarak düsünüldügünü ve insan kalbinin kurbaganinkinden pek farkli olamayacagi sanildigindan, kurbaganin dolasim sisteminin, kalp sembolü olarak benimsendigini ileri sürüyor.

2/13 BirinciBirinci 123412 ... SonSon

Bu Konu için Etiketler