CEPFORUM : Merak Uyandıran Açıklamalar.....(Çok İlginizi Çekcek)

  1. #41
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Karakutunun Yapilisi

    Uçak kazalarinda uçak paramparça olsa da, denizin dibine gitse de hemen kokpit denilen pilot kabinindeki son konusmalari kaydeden karakutular aranir. Çogunlukla korkunç kaza enkazi arasindan saglam olarak bulunan bu kutular sayesinde kazanin nedenlerine ulasilir. Karakutu bu kadar saglam malzemeden yapiliyorsa neden uçagin tümünde ayni malzeme kullanilmiyor?

    Uçaklarin rahatça havada kalabilmeleri, uzun mesafelere az yakitla ulasabilmeleri, mümkün oldugunca hafif malzemeden yapilmis olmalarina baglidir. Bu malzemeler çogunlukla alüminyum ve plastiktir.

    Kokpitteki sesleri ve uçus bilgilerini kaydeden her iki kutu da paslanmaz çelikten yapilir. En ve boylari yaklasik 25'er santimetre, derinlikleri 12-13 santimetredir. Kutularin et kalinliklari ise 6-7 milimetre kadardir. Kutular ayrica isiya ve yangina karsi tedbir olmak üzere plastikle çevrili sivi köpük ile de donatilmislardir.

    Kutular o kadar saglamdirlar ki, denize düsmüs bir uçagin kutulari 7 sene sonra çikarilabilmis ama buna ragmen kayitlar saglikli olarak dinlenebilmistir. Baslangiçta kutular kanatlarin birlesme noktasina yakin bir yere konuluyorlardi. Bu bölge uçagin en agir kismi oldugundan düsüs aninda bu agir parçalar kutularin üzerlerine düserek zarar verebiliyorlardi. Sonralari kutular uçagin kuyruk kismina konulmaya baslanildi. Tabii bu, uçagin kuyruk kismindaki koltuklar insanlar için daha emniyetlidir anlamina gelmez, ancak bu yer karakutularin uçagin enkazindan en uzaga düsmesini saglamaktadir.

    Uçak kazalarinin nedenleri degisiktir. Havada bir sekilde infilak ederek düsen uçaklarda yolcularin kurtulma olasiligi yoktur. Bu nedenle de uçagin yapildigi malzeme bu açidan önemli degildir. Uçak yere bir bütün halinde çarpsa da düsen bir asansörde oldugu gibi yolcular çarpmanin siddetinden hayatlarini kaybederler.

    Uçagin içine sivi köpük doldurmak elektronik aletleri koruyabilir ama insanlarin sadece ölüm nedenlerini degistirir. Uçagin malzemesini karakutu malzemesinden yapmak, parçalanma ve yangindan zarar görme tehlikelerini önler ama ne yazik ki bu malzemeden yapilmis bir uçak da uçamaz.

    Karakutularin renkleri kara degil turuncudur. Bu rengin tercih edilmesinin sebebi enkaz arasindan daha rahat fark edilmeleri içindir.

  2. #42
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Kulübelerdeki Kum Torbalari


    Nöbetçi kulübeleri çevreyi iyi gözetleyebilmek için zeminden yüksekte insa edilirler dolayisiyla iyi bir hedeftirler. Buradaki nöbetçileri olabilecek ani bir silahli saldiridan koruyabilmek için etrafina belirli yükseklikte kum torbalari dizilir. Bu kum torbalan bir çok kisiye biraz ilkelmis gibi görünebilir ama bir çok malzemeden daha iyi ve daha pratik kursun geçirmez siperlerdir.

    Kumun kursun geçirmemesinin sirri kum taneciklerindedir. Boylari 0,05 milimetreden 2 milimetreye kadar degisen kum tanelerinin sekilleri köseli, yuvarlak veya karisiktir. Bu sekilleri nedeni ile bir torbaya doldurulan kum taneleri arasinda bosluklar kalir ve bu bosluklar birbirleri ile baglantilidirlar.

    Kum torbasina büyük bir kinetik enerji ile giren merminin enerjisi, aradaki bu bosluklar nedeni ile aninda binlerce kum tanesine aktarilir. Her aktarista diger tanelere daha azalarak geçen enerji kisa sürede sönümlenir. Kinetik enerjisini aniden bu sekilde kaybeden mermi de daha kum torbasini delip çikamadan durup kalir.

    Aslinda kursun geçirmez camlarda da prensip aynidir. Bu tip camlar, cam ve plastik, bir çok tabaka halinde, sandviç seklinde sikistirilarak imal edilirler. Bir bakima arabalarin ön camlarina benzerler ama burada tabaka sayisi çok fazladir.

    Kursun bu tip bir cama çarptiginda tabakalari tek tek delmeye baslar. Son tabakaya gelene kadar mermi bütün momentini ve enerjisini kaybeder. Enerji kimseye zarar vermeden cam ve plastik tabakalara geçer.

  3. #43
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Kursunkalem Neden Altigen


    Esasinda en kolay üretim biçimi kare kesitli kursun kalemdir ama yazarken elde tutulmasi pek kolay degildin Yuvarlak kalemlerin elde tutulmasi kolaydir ama üretimi pahalidir. Altigen kesitli kalemler ise orta yoldur. Yuvarlak kesitli kalemler kadar kullanilmasi kolay ve üretimi daha ucuzdur.

    Sekiz yuvarlak kursunkalem için harcanan agaçtan, dokuz altigen kesitli kalem yapilabilir ve üretim safhasi bir kademe daha kisadir.

    Tabii ki, alicilar için üretim maliyetlerinin pek önemi yoktur. Altigen kesitli kursunkalemlerin öbürlerine göre hala on bir kat daha fazla tercih edilmelerinin sebebi, belki de konuldugu masada yuvarlanip, asagiya düsmemeleridir.

    Kursunkalemlerin disinin sariya boyanarak satisi 1854 yilma dayanir. Ancak 1890 yilma kadar bu rengi kullanmak çok önemsenecek bir faktör degildi.

    1890 yilinda Avusturya'da L&C Hardtmuth Co. isimli sirket öyle bir kursun kalem üretti ki, diger üreticiler de bu kaliteyi yakalamak zorunda kaldilar.

    Bu kursunkaleme meshur Hindistan elmasi olan 'Koh-I-Moor' adi verilmisti ve altin sarisina boyanmisti. Ayrica içindeki siyah renkli kursun ucuyla birlikte Avusturya-Macaristan imparatorlugunun bayragini olusturuyordu.

    Bu kursunkalem o kadar begenildi ve o kadar basarili oldu ki, sari renk kursunkalemdeki kalitenin bir simgesi olarak kaldi. Diger kursunkalem üreticileri de bu basaridan pay alabilmek için ürünlerini piyasaya sari renkte sürmeye basladilar. Bugün hala piyasada olan dört kursunkalemden üçü san renktedir.

    Kursunkalemlerin içinde kesinlikle kursun yoktur. Ana madde olarak kullanilan grafit 40 degisik malzeme ile karistirilarak, yüksek sicaklikta çok ince çubuklar haline gelene kadar preslenir. Zaten kursun çok zehirli bir elementtir. Kursunkalem denilmesinin sebebi 16. yüzyilda grafiti bulan Ingiliz bilimcinin onu bir çesit kursun elementi sanmasidir. Ancak 200 yil sonra grafitin bir çesit karbon oldugu anlasildi.

  4. #44
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Kilici Nasil Yutuyorlar

    Ister inanin, ister inanmayin gösterilerde kilici yutanlarin yaptiklari numara sahte degildir. Gerçekten kilici yutarlar. Ana problem girtlak adalelerini rahatlatmayi ögrenmek, böylece yutkunmaya mani olmaktir. Bu özellik haftalar boyu süren egzersizlerle kazanilabilir. Kilicin bogazi kesme ihtimali yoktur, çünkü her iki tarafi da keskin degildir, yani kördür. Kilicin ucu sivri gibi görünür ama midenizin tabanina ulasamayacak boyda bir kiliç seçerseniz bu da problem yaratmaz.

    Kiliç ve alev yutmanin büyük ustalarindan Dan Mannix, bu konuda 1951 yilinda bir kitap bile yazmistir. Mannix bu isi basarabilmek için haftalar boyunca, günde en az bir saat, kesme ihtimali olmayan bir kiliç ile çalistigini söylüyor. Birinci problem yutkunma refleksinden çikmis. Yine haftalarca ögle yemegi yemeyerek, kiliç bogazdan girerken bogazin büzüsmesi problemini halletmis. Sonunda bir gün kilici sokarken bogazi gevseyebilir hale gelmis.

    Mannix isin en zor yanini geçtigini zannederken esas zorlukla Adem Elma'si denilen yerin arkasinda karsilasmis. Oradaki kivrimi da geçmeyi basardiktan sonra, kaburga kemiklerine de dikkat ederek, kilici kabzasina kadar yutabilme yetenegini kazanmis.

    Kiliç yutmayi evde kendi kendine ögrenmeye kalkismak son derece tehlikelidir. Hele bu numarayi yaparken konusmayi profesyoneller düsünmezler bile. Yutmadan önce ve sonra kilicin steril hale getirilmesi de çok önemli bir husustur.

    Çok az da olsa katlanabilir kiliçlari kullanan bazi hilebazlar ortaya çikinca, Mannix kilici gerçekten yuttugunu ispatlayacak baska numaralara geçmis. Özel olarak imal edilmis, çok ince kalinliktaki, elektrik baglantilari sadece bir tarafinda bulunan, 'U' seklindeki bir neon tübü yutmus. Elektrik verilip neon lambasi yanmca, isik vücudunun disindan da görülmüs. Böylece bu tip seyleri gerçekten yuttugunu ispatlamis.

    Mannix ve asistanlari isi öyle gelistirmisler ki, kizgin, kizarmis kiliçlari yutma numaralari bile yapmislar. Tabii önce asbest bir kiliç kinini yutarak.

  5. #45
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Motorun Soguk Olmasi

    Ülkemizin her tarafinda olmasa bile, kisin çok soguk geçtigi yerlerde, özellikle sabahlari soguk havada arabalarin motorunu çalistirabilmek sorun olur. Bu sorunun temel üç nedeni vardir ve birlestiklerinde sabahin köründe, soguk havada insana ter döktürürler.

    Benzin de diger sivilar gibi soguk havada daha az buharlasir. Bunu yazin günes gören bir kaldirima su döktügünüzde görebilirsiniz. Buradan hemen buharlasan su, gölgedeki kaldirima döküldügünde kolayca buharlasamaz, bir süre orada kalir. Benzin de soguk havada kolayca buharlasamayinca, buji ateslediginde tutusmasi da zor olur.

    Motor yagi soguk havada kalinlasir. Buna örnek olarak reçeli gösterebiliriz. Sicak havada daha akici olan reçel, buz dolabina konulup çikartildiginda kavanozdan daha zor akar. Böylece anahtari çevirdiginizde motorunuz, döner kisimlarinin oldugu yataklarda kalinlasmis yagin direnci ile karsilasir.

    Soguk havalarda akü de sorun çikartir. Esasinda akla su soru gelebilir. Cep radyonuzun pillerinin ömrünü uzatmak için buz dolabinda saklanilmasi tavsiye edilir, yani soguk ortam pil için iyidir. Öyleyse bir çesit pil olan akü soguk havada dogru dürüst niçin çalismaz?

    Araba aküsünden elektrik elde edilmesi de diger pillerde oldugu gibi kimyasal bir reaksiyondur. Ancak soguk havada bu reaksiyon yavaslar ve mars motorunuza gerekenden daha az güçte elektrik gelir. Bu da motorun ilk hareketi için gerekenden daha yavas dönmesine neden olur.

    Yeri gelmisken söyleyelim. Kalem pillerin içindeki de bir çesit kimyasal reaksiyondur. Özellikle kuru pillerin kullanilmadiklari zamanlarda bile çok az da olsa elektrik kaçirdiklari bilinir. Bu nedenle bu kaçak kimyasal reaksiyonu en aza ve yavasa indirebilmek için, pillerin kullanilmadiklari zamanlarda buz dolabinda muhafaza edilmeleri tavsiye edilir.

    Pillerin buz dolabina konulmalari ömürlerini artirabilir ancak kullanma sirasinda tam performans alabilmek açisindan piller oda sicakliginda olmalidirlar. Zaten günümüzün gelismis pilleri, o kadar uzun muhafaza ömrüne sahiplerdir ki, buzdolabina konulup konul mamalari pek bir sey fark ettirmez.

  6. #46
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Mum Nasil Kayboluyor


    Gerçi simdi elektrikler kesilince otomatik olarak devreye giren lambalar, hatta jeneratörler var ama mum hayatimiz boyunca evimizin demirbasi olmustur. Onu o kadar hayatimizin olagan bir parçasi olarak algilamisizdir ki, fitiline bir kibrit çaktigimizda onun nasil yandigini, yandikça kati kisminin nereye gittigini düsünmeyiz bile.

    Tarihi çok eskiye uzanan mum isiginin adeta büyülü bir gücü vardir. Insanda romantik duygular uyandirdigi gibi, tüm dinlerde ruhani bir yeri de vardir. Ayin ve adaklarin vazgeçilmez malzemesidir. Mum tarihin ilk icatlarindan biridir. Misir'da ve Girit adasinda milattan 3000 yil önceden kalma mumlar bulunmustur ama en yaygin kullanisi ortaçagda Avrupa'da olmustur. Tarihi bu kadar eski olup da günümüzde de popülaritesini yitirmeyen ve çok yaygin olarak kullanilan baska hiçbir sey yoktur.

    Aslinda mumun yapisi çok basittir ama yanma mekanizmasi o kadar basit degildir. Mumun yapisinda iki ana eleman vardir. Birincisi yakit görevini gören, bir çesit balmumu, ikincisi de emici özelligi olan bir çesit sicim, yani fitil. Fitilin emici özelligi çok önemlidir. Çünkü mumun yanma sirri burada gizlidir. Bu özellik gaz lambalarinin fitillerinde de vardir ve onlar da ayni prensiple çalisirlar.

    Elinize herhangi bir sicim alip ucundan su dolu bir kaba daldirdiginizda suyun sicim tarafindan emildigini ve suyun sicim boyunca yukari çiktigini renginin koyulasmasindan anlayabilirsiniz. Iste fitil de mumun üst kisminda alevden dolayi eriyen balmumunu emerek üst kismina tasir ve bu bölgede yanmanin devamini saglar, yani burada asil yanan ve isigi veren fitil degil balmumunun kendisidir.

    Parafin balmumlari ham petrolden yapilir, yani koyu bir hidrokarbon olup iyi bir yanicidirlar. Çakmagi çakip fitili tutusturunca, mumun en üst tabakasinin da erimesine ve dolayisiyla mekanizmanin çalismaya baslamasina sebep olursunuz. Fitil, bu erimis balmumunu yukari aleve dogru tasir, balmumu alevin sicakliginda buharlasir ve tutusur. Yanan sey aslinda mumun kati kismi oldugundan mum tümüyle yanip bittiginde geriye pek bir sey kalmaz.

    Mum yapmada en çok ari balmumu, benzin üretiminde petrolden çikan bir yan ürün olan parafin veya bitkisel ve hayvansal yaglardan yapilan 'stearin' kullanilir. Günümüzde en fazla kullanilan mumlar bunlarin karisimi ile elde ediliyor. Mumlar çekme yöntemi ile, dökülerek veya pres edilerek yapiliyor. Her sey tamamlandiktan sonra boya banyolarina sokulurlar ve en sonunda da parlaklik kazandirmak için soguk suya daldirilirlar.

  7. #47
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Notalarin Kökeni

    Müzikteki matematiksel gizemi kesfederek yaziya dökmenin ilk temeli Pisagor (Pythagoras, M.Ö. 530-450) tarafindan atilmistir. Biz kendisini okul siralarindan o meshur dik üçgen teoremi ile hatirlariz ama Pisagor günümüzde ulastigimiz bilim seviyesinin babasidir. O kendi devrine kadar gelismis bütün çalismalari bir disiplin altinda toplamis, geometri, aritmetik, astronomi, cografya, müzik ve tabiat bilgisi olarak ayri ayri bilim dallari yaratmistir.

    Pisagor bilimi, bilim için düsünüyor, bilimin uygulamalari onu ilgilendirmiyordu. Bu nedenle 'bilgi seven' anlamindaki 'filozof sözcügünü ilk olarak o kullanmistir. Pisagor tüm evrenin sayilar ve aralarindaki iliskilere göre kurulduguna inaniyordu.

    Pisagor'un müzigin içindeki matematigi bir demirci dükkaninin önünden geçerken kesfettigi rivayet edilir. Demirci ustasinin, demir döverken kullandigi aletlere göre degisik sesler çikarmasi Pisagor'un ilgisini çekmis, dükkani kapattirarak ustaya çesitli aletler kullandirmis, çikan sesleri incelemis ve kayitlar almis.

    Bati müzigi 9. yüzyilin basina kadar notalamadan habersizdi. Eserler kulak yoluyla kusaktan kusaga aktariliyor, bu arada degisime ugruyor, zamanla unutulabiliyordu. 9. yüzyilin ikinci yarisinda ilk notalama sistemi ortaya çikti.

    Arezzo'lu Guido'nun (Gui d'Arezzo) notalama sisteminin seslerin yüksekligini kesin olarak belirtmeye baslamasiyla büyük bir ilerleme kaydedildi. 11. yüzyilda notalarin üzerine dizildigi bes çizgiden olusan "porte"nin kullanilmasiyla notalarin yüksekligi (do, re, mi,....) ve süresi (birlik, ikilik, dörtlük,....) kesin biçimde belirlenebilir hale geldi.

    Aslinda müzigin dört parametresi vardir: Yükseklik, süre, siddet ve tini. Bunlardan ilk ikisi zamanla genel kabul gören bir takim isaretler sayesinde kagit üzerine dökülebilmis, siddet ve tini ise notanin yaninda ek kelimelerle belirtilmisler ve kismen de yoruma açik birakilmislardir.

    Çesitli sesleri belirtmek ve bunlarin birbirlerine karismasini önlemek için sesleri temsil eden notalara özel isimler verildi. Do, re, mi, fa, sol, la, si. Ingilizce'de ve Almanca'da ise notalar harflerle gösterildi(C=do, D=re, E=mi, F=fa, G=sol, A=la, B=si-ing.-, H=si-alm.-).

    Nota isimlerinden 'do'nun önceki ismi 'ut' idi. Sesli harfle baslayan bu isim, notalari sirayla söylerken tutukluk yaptirdigindan 12. yüzyilda 'do' olarak degistirildi. Almanya ve bazi ülkelerde 'ut' hala kullanilir.

    'Si' hariç diger notalarin isim babasi Gui d'Arezzo'dur. Arezzo bu adlari Aziz lohannes Battista ilahesindeki misralarin birinci hecelerinden alarak takmistir. Yedinci notanin adi uzun zaman 'B' olarak kalmis, sonradan 13. yüzyilda Sanete lohannes kelimelerinin bas harflerinden meydana gelen 'si' adini almistir.

    Notalamanin kesfi ve gelisimi müzik pratigine olaganüstü bir gelisme ortami yaratmistir. Notalama, icraciyi ezberden kurtararak hem müzik parçalarinin uzamasina hem de çesitli dönemlere ve ülkelere ait notalanmis eserlerin katilmasiyla repertuarin zenginlesmesine ve çesitlenmesine imkan vermistir. Nota sayesinde bir müzisyen bilmedigi bir müzik parçasini icra edebilmek için tek basina yeterli bir hale gelmistir.

  8. #48
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Orkestra Sefleri Ne Yapar

    Günümüzde müzik icra eden her gruba, sayisina ve çalgilara bakilmaksizin orkestra deniliyor ancak her çalgi toplulugu bir orkestra olusturmaz. Bir orkestrada belli sayida yayli, üflemeli ve vurmali sazlarin belirli bir düzen olusturacak sekilde bir araya gelmesi ve her çalgi türü için bir parti yazilmis olmasi gerekir.

    Bir orkestrada bütün isleri müzisyenler yaparlar ama alkislari orkestra sefi toplar. Peki, nedir bu orkestra seflerinin özellikleri? Kemani birinci kemandan, piyanoyu bir virtüözden daha iyi çalabilirler mi? Onlar olmazsa orkestra elemanlari notalara bakarak bir eseri çalamazlar mi?

    Orkestra, on yedinci yüzyilda ortaya çikmistir ve zaman içinde yapisi pek çok degisiklik geçirmistir. Orkestra sefleri orkestra ile birlikte ortaya çikmamis, çok daha sonra sahnede yerlerini almislardir. Ancak bu, orkestra sefinin olmadigi dönemlerde orkestranin yönetilmedigi anlamina gelmez.

    Orkestralar ilk zamanlarinda sadece kraliyet ailesi ve asil sinifin önünde konser veriyorlardi. Kimse krala ve yanindakilere arkasini dönemeyecegi için bir sefin bugünkü gibi orkestrayi idare etmesi zaten düsünülemezdi. Tempoyu önceleri klavsen, sonralari da en önde oturan bas kemanci ayaklarini yere vurarak, basini veya elindeki yayi sallayarak ayarliyordu.

    Saray orkestralarinin gittikçe artan müzisyen sayisi elli-altmisa varinca, Fransiz ihtilalinden sonra halk konserleri de baslayip yayginlastikça, orkestradan bir müzisyenin sefligi de üstlenmesi imkansiz hale geldi. Bu isi sadece müzigin idaresine konsantre olacak, genis müzik kültürü olan kisiler basarabilirdi. Böylece besteciler konserlere katilmaya, kendi eserlerini yönetmeye basladilar.

    On dokuzuncu yüzyilda eserlerin bestecileri yavas yavas hayattan çekilmeye baslayinca, profesyonel orkestra sefleri ortaya çiktilar. Orkestra sefligi bir meslek haline geldi. Seflerin ortak özellikleri, hemen hepsinin erkek olmalari, beyaz saçli, asabi ve karizmatik olmalari, mükemmel bir kulaga ve hafizaya sahip olmalaridir. Genellikle eserleri, hem de her bir çalgi için ayri ayri ezberden yönetebilirler.

    Orkestra seflerinin islerinin yüzde 95'i provalardadir. Sesleri en çok 'yanlis çaliyorsunuz', 'çok hizli', 'daha yavas' seklinde provalarda duyulur. Iyi prova çalismalari yapmis bir orkestra sefsiz çalabilir ama iyi bir provayi sefsiz yapamaz.

    Orkestra sefleri bir spor takiminin antrenörü gibidirler. Takimin nasil oynayacagi, oyuncular arasinda uyumun nasil saglanacagi antrenmanlarda tespit edilir. Maça çikinca da asil is oyunculara düser. Kurallari basit olan futbol oyununda bile on bir kisinin ahengi çok önemli iken son derecede karmasik eserleri icra eden altmisi askin müzisyenin uyumu süphesiz tartisilmaz. Monako'nun ulusal orkestra kadrosunun, ordu kadrosundan daha genis oldugunu biliyor muydunuz?

    Bir orkestrada çogu zaman on veya on iki çalgi ayni anda farkli notalar çalarlar. Bu kaos içinde yönetimin bir an bile yitirilmemesi gerekir. Bir orkestra sefi ayni anda farkli yirmi sekiz çalginin seslerini ayirt edebilir, diledigi sese konsantre olarak onun hatasini görürken, orkestrayi idare etmeye devam edebilir.

    Orkestra sefinin en önemli enstrümani seyircinin göremedigi bakislaridir. Bakislar sefin bagetinden bile önemlidir. Sefin baget tutan eli müzigi bölümleyip ölçüleri belirtir yani gerçek anlamda müzigi yönetir. Sol el ise duygu elidir. Örnegin, sef sol elin isaret parmagini dudaklarina götürdügünde sesin hafiflemesi gerektigini belirtmis olur.

    Sesin artmasi gereken yerlerde elini kürek gibi hareket ettirir. Gögse bastirilan sol el, havada daireler çizen baget, öne uzanmis kollar, kapali gözler ve sefe özel bir takim hareketler müzisyenlere mutlaka birer mesaj iletirler. Kisacasi orkestra sefleri bir esere ruh ve kisilik kazandirirlar.

  9. #49
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Otellerin Döner Kapilari

    Özellikle içine girer girmez genis bir alanla karsilastiginiz ve diger katlara buradan merdiven veya asansörle çiktiginiz, banka, otel veya benzeri binalarda ana giris kapilarinin döner kapi tipi oldugunu görmüs, belki de dört kanatli olan bu kapilarin bir gözüne acele ile iki kisi birden girmeye çalisip zorluk yasamissinizdir. Döner kapilarin tek amaci enerji tasarrufudur.

    Bu tip büyük binalarin içerleri devamli olarak isitilir ve isinan hava sürekli yukari dogru yükselir. Disaridaki soguk hava kapinin önünde onun yerini alabilmek için kapiyi açmanizi beklemektedir. Bina disina açilan normal bir kapiyi açtiginizda disaridaki soguk hava sert bir rüzgar seklinde içeriye hücum eder.

    Bu arada içerde yükselmekte olan sicak havanin az miktarda da olsa giren soguk hava ile yer degistirip açilan kapidan disari kaçmasi mümkündür. Bu sirada binanin iç isisi düser, kazanlar veya klimalar daha sik devreye girer ve tekrar normal isiya ulasabilmek için belirli bir enerji (motorin, elektrik, vb.) harcanir.

    Özellikle çok kisinin sik sik girip çiktigi binalarda döner kapilar bu isi kaybini en aza indirir. Döner dört kanattan ikisinin arasina girerken, kapilar dönüp önünüzdeki kanat sizin içeri girmeniz için yeterli araligi sagladiginda, arkanizdaki kanat soguk havanin girisine mani olacak sekilde girisi kapamis durumdadir. Ayni sekilde karsi taraftaki diger iki kapi da sicak havanin disari çikmasina mani olur ve içerinin isisi korunmus olur.

  10. #50
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Pusulanin Kuzeyi Göstermesi

    Dünyanin kendisi, çekirdegindeki sogumamis kisimlarindan dolayi dev bir miknatistir. Bu büyük miknatisin arti ve eksi uçlari kuzey ve güney kutuplarindadir. Ancak bildigimiz cografi kutuplarda degil. Pusulanin minik ucu tam kuzeyi göstermez, gösterdigi noktaya magnetik kutup denir.

    Pusulanin gösterdigi kuzey yönünü devamli takip ederseniz kuzey kutbuna hiçbir zaman ulasamazsiniz. O noktadan 7 derece yani kilometrelerce uzakliktaki magnetik kutba varirsiniz. Olayin ilginçligi bu kadarla da bitmiyor. Bilimin kesin olarak saptadigi bir sürpriz daha var. Bu magnetik kutuplarin yerleri de sabit degil, zamanla degisiyor, kuzey güneye, güney kuzeye geliyor.

    Eger elinize bir pusula alip zaman yolculugu yapabilseydiniz, birkaç milyon yil önce pusulanizin kuzey gösteren ucuna bakarak seyahat edince sizi penguenlerin büyük atalarinin karsiladigini, yani güney kutbuna vardiginizi sasirarak görürdünüz.

    Magnetik kutuplarin niçin ve nasil yer degistirdikleri henüz tam bilinmiyor. Bu olayin dünyada kraterlerin olusmasi, iklimlerin degismesi, bazi canli türlerinin yok olmasi gibi olaylarla yakin ilgisi oldugu saniliyor. Bilim insanlari magnetik kutuplarin yer degistirmesinin 170 milyon yilda yaklasik 300 defa tekrarlandigini, bugünkü konumuna en son 750 bin yil önce geldigini ileri sürmektedirler.

    Sadece magnetik kutuplarin yer degistirmelerinin degil dünyanin magnetik alaninin bile baslangiçta nasil olustugu tam açikliga kavusmus degil. Teorilere göre dünyanin merkezindeki sivi halindeki çekirdek bölümündeki isi, dis demir katmanlara ulasarak dünyanin dönüsü ile beraber bir dinamo etkisi yaparak magnetik alani meydana getirmistir.

    Yerkürenin magnetik alaninin siddet ve dogrultusunu ölçmek için 1979 Ekiminde uzaya gönderilen 'Magsat' uydusu 3 yila yakin görev yapip da yanmadan önce gönderebildigi en önemli bilgi, magnetik alaninin siddetinin gittikçe azaldigi, her on yilda siddetinden yaklasik yüzde birini yitirdigi, böyle giderse muhtemelen bin yil sonra magnetik kutuplarin yerlerinin tekrar degisebilecegi bilgisiydi.

  11. #51
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Radyonun Sesi ve Pil


    Pille çalisan portatif radyolarda sesin yüksekligi pilin ömrünü etkiler. Radyo açik, sesi kapali durumu ile sesin sonuna kadar açik durumu arasindaki fark pillerin ömürlerinin üçte bir kadar kisalmasina neden olur. Ses sonuna kadar açildiginda pillerden çekilen akim yüzde 30 artmaktadir. Bu durum, küçügünden büyügüne, pille çalisan ve hoparlörü olan bütün radyo, teyp, volkmen vb. için aynidir.

    Pillerin kullanis sekilleri de ömürlerini belirler. Bir radyoyu 4 saat sürekli açik tutmak ile birer saatlik aralarla 4 kere açip kapamak arasinda da fark vardir. Piller çalismiyorken çok az da olsa kendilerini toparlayabildiklerinden, devamli açik tutulduklarinda, ayni toplam süre için ömürleri daha kisa olur. Süphesiz bu durum ilk çalistirmada, yani ilk hareket aninda daha fazla akini çeken motorlari çalistiran piller için geçerli degildir.

    Pille çalisan hesap makinelerinde, makineyi uzun süre açik tutmak mi pilin ömrünü daha çabuk bitirir, yoksa yapilan islemlerin yogunlugu mu? Makinede hesaplari yapan mikro islemci, hesap makinesi çalisiyorken en fazla güç çeken kismidir. Ne kadar çok rakamla, ne kadar çok islem yapilirsa, pillerin ömürleri o kadar kisalir. Hesap makinesi açildiginda, yapilan islemin disinda akim çeken tek sey ekranin aydinlatmasidir ki pilin ömrü üzerinde islemler kadar etkili olamaz.

  12. #52
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Romen Rakamlariyla Hesaplama

    Zamanimizda, dünyanin büyük bir bölümünün ve bizim de kullandigimiz rakam sekilleri, diger ülkelerde 'Arap rakamlari' diye bilinir. Aslinda bu nitelendirme yanlistir. Bu rakamlarin kökeni yani ilk ortaya çiktigi yer Hindistan'dir ve buradan önce Arabistan'a, daha sonra Islami kültür yayilimi ile birlikte Avrupa'ya geçmistir.

    Avrupa'da Romen rakamlarindan günümüz rakamlarina geçis Ortaçagda olmustur. O yillarda Avrupa'da hesap isleriyle ugrasanlar Romen rakamlarini hemen terk etmediler. Daha ziyade toplama ve çikarina isi yapan tüccarlara Romen rakamlari daha pratik geliyordu. Örnegin 68'den 16'yi çikarmak için 68 yani 'LXVIII' rakamindan 16'yi ifade eden 'XVI' rakamlarini silince geriye 'LII' yani 52 kaliyordu.

    Diger bir örnek olarak 77 (LXXVII) sayisindan 15'i (XV) çikartalim. Yapilacak is 77'nin içinden X ve V rakamlarini silmektir. Sonuç 'LXII yani 62'dir.

    Bu arada Romen rakamlari nelerdir bir görelim: I(1), II(2), III(3), IV(4), V(5), VI(6), VII(7), VIII(8), IX(9), X(10), XX(20), XXX(30), XL(4Ü), L(50), LX(60), LXX(70), LXXX(80), C(100), D(500), M(1000)

    Romen rakamlari her bir sayinin karsiligi olan harfler, büyükten küçüge dogru ve soldan saga yazilip bunlarin hepsi toplanarak bulunur. MDCLXVI sayisi neymis bulalim:

    (M=l .000)+(D=500)+(C= 100)+(L=50)+(X= 10)+( V=5 )+(I= l) = 1966

    Ancak günümüzde sistem tam böyle çalismiyor, büyük rakamdan önce gelen daha küçük rakam büyükten çikartiliyor. Örnegin 1X=(10-1)=9, bu sekilde 1999 sayisi olan MCMXCIX önce M+CM+XC+IX seklinde yazilip sonuç (1.000+900+90+9)= 1999 olarak bulunuyor.

    Bir baska uygulama da ayni harfi üç kereden fazla tekrar etmemek seklinde. IIII yerine IV, XXXX yerine XL kullaniliyor. Ancak Romen rakamlarinda M'den büyük harf olmadigindan l000'den sonra örnegin 4 000 MMMM seklinde yazilabiliyor. Daha büyük sayilarda ise sayinin kaç kere 10'un kati oldugunu ifade etmek için parantez isaretleri kullaniliyor.

    Romen rakamlarinda sayidan önce 'bir' gelmesi sadece dört (IV) ve dokuzda (IX) vardir. Romen rakamlarinda sifir yoktur. Rakam gösterildigi isaret kadardir yani 'X' nerede olursa olsun '10' dur. Halbuki günümüz rakamlarinda 'l' tek basina iken ' l'dir ama sagdan ikinci haneye geçince '10' degerini, üçüncüye geçince '100' degerini alir.

    Tüm bu nedenlerle günümüzün karmasik islemlerinde Romen rakamlarinin kullanilmalari mümkün degildir. Sifir sayisinin katilmasiyla hiç rekabet güçleri kalmamistir. Duvar saatlerinde dekoratif amaçli kullanilmalari yaninda pratik bir kullanim yerleri yoktur.

    Günümüzde milyon, milyar derken trilyonlari hatta katrilyonlari ifade eder hale geldik. Ileriki yillara hazirlik amaciyla milyondan baslayarak sonra gelen sayilara bir bakalim. Sayi isminin yaninda parantez içindeki rakamlar o sayida kaç tane sifir oldugunu gösterir:

    Milyon(6), milyar(9), trilyon(12), katrilyon(15), kuintrilyon(18), sekstrilyon(21), septrilyon(24), oktrilyon(27), nanilyon(30), desilyon(33), andesilyon(36), dudesilyon(39), tredesilyon(42), kattirdesilyon(45), kuindesilyon(48), seksdesilyon(51), septendesilyon(54), oktadesilyon(57), novemdesilyon(60), vijintilyon(63).

  13. #53
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Saat Neden Saga Dönüyor


    Ilk olarak eski Misirlilar, günesin her gün düzenli bir hareketle dogup, belirli zamanlarda gökyüzünün ayni noktalarinda bulunup, battigini gözlemlediler ve bunun bir günü zaman parçalarina ayirmada kullanilabilecegini kesfettiler.

    Böylece günesin bu hareketinden yararlanarak ilk günes saatini yaptilar. Bu saat, meydanlik bir yere yüksek bir tas koymak ve günesin hareketi sirasinda, bu tasin gölgesini takip etmekten ibaretti.

    Misir, konumu itibari ile kuzey yarim kürede fakat ekvatora da yakin bir ülke oldugundan, günes dogdugunda, gölge hemen tam batida olusuyor, günes yükseldikçe gölge kuzeye, yani saga dogru hareket ederek, günes batisinda dogu yönüne ulasiyordu. Yani gölge bugünkü tüm saatlerin akrep ve yelkovaninda oldugu gibi soldan saga dogru dönüyordu.

    Daha sonralari, pendulumlu, pilli saatlerde de yön degismedi, hatta saga dogru dönüsler 'saat yönüne dönüs' diye adlandirilir oldu.

    Avustralya gibi ekvatorun güneyindeki ülkelerde, günes dogarken tasin gölgesi güneye düser ve günes yükseldikçe sola dogru dönüs yapar. Ilk saat orada kesfedilseydi, bugün akrep ve yelkovan ters yönde dönüyor olabilirdi.

  14. #54
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Saatin Saniye Göstergesi

    Bir süreyi ölçmek veya bir seyi ayarlamak için saatimizin saniye göstergesine pek sik baktigimiz söylenemez. Halbuki hemen hemen tüm kol saatlerinde saniye göstergesi vardir. Tik tik ilerleyen saniye göstergesinin belki de en önemli faydasi, kimildadiklarini gözle fark edemedigimiz o yavas akrep ve yelkovanin yaninda zamanin ne kadar hizli akip gittigini bize göstermesidir.

    Günümüzde özellikle erkek kol saatlerinde birakin saniyeyi, onda birini bile ölçebilen göstergeler var. Aslinda saniyenin onda birinin yasantimizda ne derecede etkili bir zaman süresi oldugunun farkina varamayiz. Atletizmde kisa mesafe kosucularinin yaptiklari derecelerin degerlendirilmesi disinda pek karsimiza çikmaz.

    Saniyeden küçük zaman dilimler biz insanlar için sifir gibi bir seydir. Bu süreleri insanlar son yüzyilin basindan itibaren ölçmeye basladilar. Halbuki eski insanlar için zaman Günes'in hareketi demekti. Hayat o kadar yavasti ki dakikalarin insan yasaminda hiçbir önemi yoktu.

    Birakin tarihteki günes ve kum saatlerini, 18. yüzyila gelene kadar kullanilan saatlerde bile dakikayi gösteren yelkovan yoktu. Saniye ibresinin konulmasi ise 19. yüzyilin ortalarina rastlar. Günümüzde fizikçiler saniyenin milyarda birini bile ölçebilmektedirler.

    Aslinda çevremizde saniyede degil, saniyenin binde birinde bile çok seyler olmaktadir. Bu sürede bir tren 2 - 3, uçak 25, ses 33 santimetre yol alir. Dünya yörüngesi üzerinde 30 metre ilerlerken ayni sürede isik 300 kilometre uzaga ulasir.

    Canlilar dünyasi için de saniyenin binde biri pek kisa bir süre sayilmaz. Henüz kan emmemisken, yani bos depo ile bir sivrisinek kanatlarini saniyede 1000 kere çirpar. Diger bir deyisle saniyenin binde biri kadar bir zamanda kanatlarini kaldirir ve indirir.

    Insanlar çok kisa bir zaman süresini belirtmek için göz kirpma süresini esas alir ve "göz açip kapayincaya kadar" derler. Halbuki göz kirpma 0,4 saniye, yani neredeyse yarim saniye kadar sürer, ama bu arada sivrisinek 400 kere kanat çirpinistir bile.

    Gelisen uçak teknolojisi sayesinde dünyada Günes'in hareketlerine bagli zaman kavramlari da biraz kafa karistirir hale geldi. Örnegin aralarinda yeterli mesafe olan iki kent arasinda batiya dogru uçan bir uçak, birinci kentten sabah 09:00'da kalkip, binlerce kilometre yol katettikten sonra ikinci kente ayni gün yine sabah 09:00'da inebilir, tabii yerel saatle.

    Bu gelismeler dogrultusunda zamani ölçmek için artik Günes'e de güven kalmadi. Çünkü Dünya üzerinde 77. paralelde saatte 450 kilometre hizla batiya dogru uçan bir uçakta bulunanlar Günes'in hiç batmadigini, gökyüzünde hep ayni yerde asili kalmis olacagini göreceklerdir. Bunun nedeni 77. paraleldeki bir noktanin, dünyanin kendi ekseni etrafindaki dönüsü sirasinda saatte 450 kilometre hizla doguya dogru yol almasidir. Yani gökyüzündeki Günes ile uçagin hizlari aynidir.

    Yeryüzünden 250 - 300 kilometre yükseklikte bulunan astronotlar için Günes 24 saat boyunca 16 kez dogar ve batar. Çünkü uzay araci Dünya çevresindeki bir dönüsünü yaklasik 90 dakikada tamamlar.

  15. #55
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Saatler Niçin Ileri Alinir


    Birinci Dünya Savasi süresince birçok ülke saatlerini yilin belli aylarinda yeniden ayarlamaya basladi. Bunun amaci günün aydinlik saatlerini, insanlarin uyanik olduklari zamana uydurmak, dolayisiyla evlerde ve sokaklarda yanan lambalar için gerekli enerjiden tasarruf saglamakti.

    Bugün de ayni uygulamaya devam edilmekte, Nisan ayinin ilk pazar gününde saatler bir saat ileri, Ekim ayinin son pazar gününde ise bir saat geri alinmaktadir. Diger bir deyisle ilkbaharda size kaybettirilen bir saat, sonbaharda geri verilmektedir.

    ABD'de kis aylarinda standart zaman, yazlari ise gün isigindan tasarruf zamani uygulamasi kongre karari olarak kabul edilmis olmasina ragmen bazi eyaletler bu uygulamayi reddetmistir. Bu eyaletlerde halen yaz-kis standart zaman uygulamasi devam etmektedir.

    Yaz günlerinde gün isigi, yani aydinlik saatler çok daha uzun olmasina ragmen hala tasarruf için saatlerin niçin bir saat ileriye alindigi çogunlukla anlasilmaz. Bunun en kisa açiklamasi 'gece zamanini da gündüze katmaktir' ama bizler zaten karanlik olan saat 24:00'de degil de 23:00'de yatmamizin ülkemize ne kazandiracagini genellikle anlayamayiz.

    Saatleri ileri almanin kis mevsimi ile alakasi yoktur. Kis aylarinda standart zaman uygulanir. Ancak yaz günlerinde çok uzun aydinlik geçen bir zaman süresi vardir. Amaç bu sürenin baslangicini ileri kaydirarak, aksam olma süresini bir saat uzatmaktir.

    Yaz günleri hava çok erken aydinlanir. Eger çiftçi degilseniz saat 05:00'de uyanmaniza gerek yoktur. Ancak gün isigindan tasarrufa gerek duymayarak saatlerimizi ileri almasaydik, bakin ne olurdu?

    Dünyada günesin 21 Haziranda 04:43'de dogdugu bir yer seçelim. Siz burada yasiyorsunuz ve saat sekizde iste olmak için saat altiyi çeyrek geçe yataktan kalkmak zorundasiniz. Bu seçtigimiz yerde günes ufukla 6 derece açi yaptiginda, standart saat ile saat 05:11 civarlarinda etraf tamamen aydinlanir. Bu durumda ileri alinmis saatler 06:15'I gösterir yani gerçekte siz ise bir saat erken gitmis olursunuz ama isigi yakmadan saate bakar, tiras olup kahvalti yapabilirsiniz.

    Aksamlari ise, her zaman 24:00'de yatmaya vücudunu alistirmis bir insan, bir saat önce yatmak zorunda kalmis olur ama hava kararinca gece evde ve sokakta lambalarin yanma süresi bir saat kisalmis olur.

    Gün isigindan tasarrufun sanayinin kullandigi elektrikle alakasi yoktur. Onlar gece de, gündüz de olsa zaten ayni elektrik enerjisini harcarlar.

  16. #56
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Sabun Kiri Nasil Gideriyor


    Aslinda sabun bir antiseptik, yani mikrop öldürücü degildir. Normal bir deri üzerinde, ölü deri hücreleri, kurumus ter, çesitli bakteriler, yagli ifrazatlar ve toz vardir. Sabunun özelligi, mekanik olarak derimizin üzerinden bunlarin alinmasini saglamasidir.

    Suyu ve yagi (ne yagi olursa olsun) ayni kaba koyarsaniz birbirlerine hiç karismazlar aksine su ve yag molekülleri arasinda birbirlerini iten bir güç vardir. Elimizi sadece su ile yikadigimizda, derimizin üzerindeki yag tabakasi, suyun derimize temasina mani olur, onu dagitir ve tam anlami ile temizlik saglanamaz. Iste burada sabun devreye girer ve aracilik rolünü üstlenir.

    Sabunun bilinen tarihi 2000 yildan da öncesine uzanir. Hatta Anadolu'da 4000 yil evvel Hititlerin yaktiklari bitkilerin külleri ile ellerini temizledikleri bilinmektedir. Sabun, tarihinin her döneminde ucuz ve kolay bulunabilen malzemelerden yapilmistir. Romalilar sabun yapabilmek için, kireç tasini isitarak kireç elde etmis, bu islak kireci sicak agaç külleri üzerine püskürtüp sonra da karistirmislardir.

    Olusan gri çamuru sicak su dolu bir kazana dökerek keçi yagi ile saatlerce karistirarak kaynatmislardir. Kirli kahverengi kalin bir tabaka olusunca, sogumaya birakmislardir. Soguma sonucu sertlesen tabakayi parçalara bölerek sabun olarak kullanmislardir.

    Iste sabun budur. Her sabun kireç gibi bir alkali madde ile bir çesit yagin karisimidir. Günümüzde alkali olarak kireç yerine genellikle kostik soda kullaniliyor. Keçi yagi yerine de, sigir ve koyun yaglarindan elde edilen don yaglari, hurma, pamuk çekirdegi ve zeytinden elde edilen yaglar kullaniliyor.

    Alkali ve yagdan meydana gelen sabun da anne ve babasinin özelliklerini tasir. Yani bir taraftan yagi severken diger taraftan suyu sever. Sabun moleküllerinin bir ucu yagi, diger ucu da bir alkali olan suyu çeker. Ellerimizi ovusturdugumuzda yag ve kirler, dolayisiyla içindeki bakteriler parçalanir. Sabun molekülleri bu yagli kirleri sararlar suyla birlestirirler ve artik çözünemez hale getirirler. Musluktan akan su ile de uzaklasir giderler. Ellerin kurulanmasi ile de bakterilerin çok sevdigi nemli ortam ortadan kalkmis olur.

    Günümüzün modern marketlerinde ise sabunun, bazi katki maddeleri, boyalar, parfümler, deodorantlar, bakteri giderici maddeler, kremler, losyonlar ve reklamlarda söylenilen diger maddeler eklenmis hali ile karsilasiyoruz. Sampuan, dis macunu, tiras kremi ve kozmetikler, sabunun sodyumun degisik bilesikleri ile yapilmis diger adlaridir. Eger kostik soda yerine potasyum kullanilirsa, daha yumusak olan sivi sabun elde edilir.

  17. #57
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Sabun Ile Deterjanin Farki


    Temizleme isi sanildigi kadar basit degildir. Bir mendilin bile yikanmasinda hayli karisik kimyasal ve elektriksel olaylar olur. insanlar binlerce yil temizlik islerinde sabun kullandilar. Sabunun ana maddeleri de hep ayni kaldi. Her sabun bir alkali madde ile degisik türde bir yagin karisimidir.

    Sabun suda çökelme yapar, lavaboda, küvette halka seklinde lekeler birakir. Sabunla yikanan bardak ve tabaklarda lekeler olusur. Sabunla yikanmis giysiler ütülenilirlerken sari lekeler meydana gelir. Sabunun bu olumsuz sonuçlarinin sebebi, suda tabii olarak mevcut olan mineral ve asitlerle reaksiyona girince çözülmesi ve suyla akip gitmesi zor moleküller olusturmasidir.

    Sabun temizlemeyi sadece yumusak sularla yapabilir. Kullanma sulari ise kalsiyum ve magnezyum tuzlari ihtiva eden sert sulardir. Sabun sert suda kesilir. Sert su sabunlaninca dokunmus kumasa siki siki yapisan bir birikinti birakir. Böylece sabunun da bir kismi bir ise yaramadan ziyan olmus olur. Deterjanlar hem sert hem de yumusak suda yikama özelligine sahiptirler. Deterjan kelimesi Latince temizlemek anlamina gelen 'detergere'den gelir.

    Deterjanin ortaya çikisinin temel sebebi ise sabunun temizlemedeki olumsuz Özelligi ve yetersizligi degildir. Sabun dogal olarak yaglardan hazirlanir. Bu insanin besin kaynaginin yanlis bir sekilde tüketimi demektir. Sentetik deterjan ise petrolden ve kömürden yapilir.

    1890'larda üzerinde çalisilmaya baslanilan deterjanlarin yogun bir sekilde kullanimina II. Dünya Savasi sirasinda baslanilmistir. Bu zamanlarda deterjana duyulan ihtiyaç temizlemedeki üstün özelliklerinden dolayi degil, sabun yapiminda kullanilan yaglarin, askeri araç ve silahlarda yaglama yagi olarak kullanilmasina duyulan ihtiyaçtir.

    Deterjanin moleküler yapisi ve temizleme prensibi sabunla aynidir. Sabun gibi kirleri, yag lekelerini ve kati parçaciklari sökerek bunlarin suda asili durumda tutulmalarini saglar. Ancak deterjan sabunun yaptigi her isi yapabilirken sabun birçok kullanim alaninda deterjanin yerini alamaz. Deterjanin islatma ve etkileme kapasitesi sabundan üstün oldugu gibi daha az miktarla ayni isi yapabildiginden daha da ekonomiktir.

    Deterjanin temel özelligi suyun yüzey gerilimini azaltarak, temizlenecek nesnenin içine iyice girmesini saglamasidir. Böylece kati parçaciklarin ve yaglarin olduklari yerlerden çikmalarini kolaylastirir. Onlarin yeniden çökmelerini Önler. Içindeki kimyasal maddeler sayesinde yag ve kati kirden daha zor temizlenen ter ve kan lekelerini bile temizler.

    Deterjan suyun sertliginden de etkilenmez. Asitli ortamlarda bile etkilidir. Petro-kimya ürünlerinden yapilan deterjanin içinde ayrica elyaf koruyucu ve dagitici maddeler, esanslar, boyayici ve beyazlatici maddeler, cilt koruyucu kozmetikler ile kullanim yerine uygun çesitli katki maddeleri vardir.

    Deterjanin en önemli özelliklerinden biri köpüklenme gücüdür. Sert sularda bile kolayca köpürür. Ne var ki bu özelligin bir de olumsuz yani vardir. Atik sulardaki deterjan köpükleri aritma tesislerinde ayristirilmazlar. Bu sularin akitildigi akarsu ve denizlerde kirlenmeye neden olurlar. Bunun için artik 'yumusak deterjan' denilen, bilesenlerine kolayca ayrisabilen deterjanlar üretilmektedir.

  18. #58
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Sesle Bardak Kirma


    Yapilabilir ve teorik olarak mümkündür. Hatta ünlü tenor Cruso'nun bunu basardigi rivayet edilir. Rezonansini tutturabilirseniz sadece bardak degil baska birçok seyi kirabilirsiniz. Peki öyleyse, nedir bu rezonans?

    Salincakta bir çocugu salladiginizi düsünün. Salincak size gelirken, tam en üst noktaya ulasmadan salincagi itmeye kalkisirsaniz, onu yavaslatirsiniz. Ancak salincak size dogru gelirken, itmeyi hep en üst noktada yaparsaniz, her seferinde ayni kuvvetle itseniz bile, salincak gittikçe hizlanacaktir.

    Salincak kendi tabii frekansi ile, diyelim ki, dakikada 30 salinim yaparak sallaniyordu. Siz de disardan bir kuvvet, fakat ayni frekansta bir kuvvet uyguladiniz. Bu iki frekans çakisti ve salincak da bu nedenle gittikçe hizlandi.

    Salincak örneginde oldugu gibi, her cismin bir kendi tabii frekansi vardir. Cisimlere kendi tabii frekanslari ile çakisan bir frekansta her hangi bir kuvvet uygularsaniz rezonans denilen kontrolsüz bir ortam olusabilir.

    Eger önünüzde duran bir bardaga, onun tabii frekansina uyan bir frekansta bagirabilirseniz, daha dogrusu bir ses dalgasi gönderebilirseniz, bardagin tabii frekansi ile sesin frekansi çakisarak, bardaktaki titresimi kontrolsüz bir sekilde artirir, bardak rezonansa girer ve sonuçta çatlayabilir veya kirilabilir.

    Insanlar günlük yasamlarinda pek fark etmemelerine ragmen rezonans olayi, otomobilden, köprü dizaynina kadar mühendislerin en çok zorlandiklari konulardan biridir. Hala bu nedenle, askerler bir köprüden geçerlerken, yürüyüs adimlarinin frekanslari köprünün tabii frekansi ile çakisip, köprü yikilmasin diye, köprülerden uygun adim yürüyüsle geçmezler.

    Otomobilde direksiyon mekanizmasi ile amortisörlerdeki titresim ayni frekansa gelince, rezonans sonucunda direksiyon siddetli sarsilmaya baslar. Mühendisler araba dizayninda parçalarin biçimlerini, yaylanmalarini ve agirliklarini, devir sayilari ve benzeri faktörleri göze alip rezonansi en aza indirmeye çalisirlar.

    Peki bu rezonansin hiç iyi bir yönü yok mu? Var elbette. Örnegin radyo istasyon dalgalarini ararken bu dalgalari yakalarsaniz, kendi alicinizin frekansi ile birbirini tuttugu an rezonansa girer, genligi artar ve bu istasyonu isitmeye baslarsiniz.

  19. #59
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Sirk Çadirlari Niçin Yuvarlak


    18. yüzyila gelinceye kadar, cambazlik, ates yutma vb. gösteriler sokaklarda halka, saraylarda ise asillere yapiyordu.

    Philip Astley, bugünkü modern sirklerin kurucusu kabul edilir. 1763 yilinda kurdugu sirkinde, ana gösteri ata binilerek yapilanlardi. Astley atlar bir daire etrafinda döndüklerinde, binicilerin at üzerinde daha rahat ayakta durduklarini bildiginden, sirk çadirim ve gösteri yerini bir daire olusturacak sekilde düzenledi ve atlarin gösteri sirasinda, daima daire biçiminde dönmelerini sagladi.

    Bir baska sirk sahibi, Antonio Franconi'de, dairenin en uygun çapinin yaklasik 13 metre oldugunu saptadi ki, bu mesafe bugün bile kullanilan ölçüdür.

    Son bir not olarak, Ingilizce'si 'circus' olan sirk kelimesinin, Latince'de daire anlamina gelen, 'circle'dan türedigini de belirtmeden geçmeyelim.

  20. #60
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Su Donunca Hacmi


    Günümüzde ilim o kadar gelismistir ki, atomun, çekirdeginin, çevremizdeki her seyin, dünyamizin hatta gökyüzündeki yildizlarin hareketlerinin simdiye kadar kesfedilen ve bilinen fizik kurallari ile izahi mümkündür. Bildigimiz her sey fizik kurallarina uyar. Bir sey hariç. Yasamimizin ayrilmaz bir parçasi olan su.

    Fizik kurallarina göre bir madde isitildiginda genisler, genlesir. Sogutuldugunda da büzüsür, yani hacmi azalir. Ancak su bu kurala uymaz, aksine sifir derecenin altina sogutuldugunda donar ve buz olarak hacmi azalacagina artar. Saf su buza dönüsürken, hacminin yüzde 9'u oraninda genisler. Buzda su molekülleri olaganüstü gevsek bir olusum içinde yer alirlar. Buz, arada deliklerin kaldigi bir yapiya sahiptir.

    Bilindigi gibi, bilimsel formülü 'H2O' olan su, iki hidrojen ve bir oksijen atomundan olusmustur. Bu iki hidrojen atomu, oksijen atomu ile birlestiklerinde, kendi aralarinda 105 derecelik bir açi meydana getirirler. Yapi olarak iki hidrojen atomunu birlestiren baska elementler de vardir ve onlar fizik kurallarina uyarlar. Örnegin ayni yapidaki 'H2S' eksi 83 derecede donar ve eksi 60 derecede gaz haline geçer. Ancak su hidrojen atomlarinin dipol baglantilari nedeni ile sifir derecede donar, arti 100 derecede gaz haline geçer, donarken de hacmi küçülecegine büyür.

    Iste bu fizik yasalarina aykiri özellik dünyamizdaki yasami saglar. Eger buz sudan daha yogun, yani daha agir olsaydi, suyun içinde dibe batardi. Soguk bölgelerde denizlerde, göllerde ve nehirlerdeki dibe batan buzlar, günes isigi alamayacaklarindan eriyemiyeceklerdi. Böylece yillar süren birikimlerle her tarafi buzlar kaplayacak ve buzullar devri baslayabilecekti.

    Ancak buz, yogunlugunun azligi nedeni ile suyun üzerinde kalir. Bu durumda buzlar altlarindaki sularin donmalarina engel olduklari için dünyamizdaki ani isi degisikliklerini de önlerler, gece ve gündüz arasindaki isi farklarini azaltirlar ve yaz günlerindeki günes isigi ile kolayca erirler.

    Eger buz sudan daha agir olmus olsaydi, gezegenimizdeki tüm su rezervleri donmus olurdu. Belki de baslangiçtaki buzul devrinde öyleydi de, tabiat ana kendi koydugu kurallara aykiri olarak, hidrojen atomlarinin arasindaki açiya biraz dokundu, buzun suyun üstünde kalmasini sagladi ve dünyamizi bizim için yasanir hale getirdi.

3/13 BirinciBirinci 12345 ... SonSon

Bu Konu için Etiketler