CEPFORUM : Merak Uyandıran Açıklamalar.....(Çok İlginizi Çekcek)

  1. #1
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı : Merak Uyandıran Açıklamalar.....(Çok İlginizi Çekcek)
    Buzlu Yola Tuz Atılması


    Kışın çok kar yağışı alan bir bölgede yaşıyorsanız, karayolları görevlilerinin yollardaki buzlanmayı gidermek için tuzu kullandıklarını görmüşsünüzdür. Ancak tuz aynı zamanda dondurma yapımında da kullanılmaktadır. Peki ama tuz, bu iki ters gibi görülen işlevi nasıl becermektedir?

    Herkesin sandığının aksine tuz suyun içinde şekerin eridiği gibi erimez. Tuz buzun içine girince onu çözer. Tuz yine kalır ama buz çözüldüğü için artık o su değil, tuzlu sudur ve erime noktası saf sudan daha düşüktür.

    Buzlanmış yollara tuz döküldüğü zaman, tuz önce buz ile çözümlenerek bir buzlu su tabakası oluşturur ve bu çözeltinin donma noktası düşük olduğundan, sıfırın altındaki sıcaklıklarda bile donmadan kalabilir. Günümüzde ABD'de üretilen tuzun yüzde 45'i yollardaki buzun eritilmesinde kullanılmaktadır.

    Bilindiği gibi su, sıcaklığı sıfır dereceye varınca donar. Suya tuz ilavesi ile bu donma sıcaklığı da düşer. Suya yüzde 10 tuz ilavesi donma sıcaklığını -6 dereceye indirir. Yüzde 20 tuz karıştırılmış su ise -16 derecede donar. Ancak yolun veya buzun ısısı -16 dereceden de az ise artık tuzun erimede pek etkisi olmaz, sadece buzun üstünde kalarak tekerleklerin kaymasını azaltabilir.

    Dondurma yaparken de karışımın çevresinde çok düşük ısıya ihtiyaç vardır. Dondurma karışımının etrafındaki ısının çok düşük olması, ancak bu düşük ısıda karışımın donmaması gerekir. Burada eklenen tuz karışımın sıfır derecenin altında bile donmadan dondurmanın oluşturulmasını sağlar.

    Hatırlarsanız 'Titanic' filminde okyanus suyunun ısısı sıfırın birkaç derece altında olmasına rağmen, deniz suyunun yüzeyi, içindeki tuz nedeni ile hala donmamıştı.

  2. #2
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Cam Arkasinda Bronzlasma


    Hayir. Güneste cildimizin renginin degismesini saglayan günes isiginin içindeki ültraviyole (UV) isinlaridir ki bunlar camdan geçemez. UV isinlari görünmeyen, yüksek enerjili, kisa dalga boylu ve görebildigimiz renk dagiliminda mor rengin ötesinde yer alan isinlardir. Bunun için çok günesli bir havada, günes tam karsidan gelirken araba kullandigimizda yüzümüz degil de açik olan pencereye yasli kolumuz kizarir.

    Bizim bronzlasma ve çok saglikli görünüyoruz diye begendigimiz, derimizin günes altinda rengini degistirmesi olayi aslinda 'derma' diye bilinen cildimizin ikinci tabakasindaki pigment hücrelerinin bir reaksiyonudur. Bu hücreler UV isinlarina maruz kaldiklarinda 'melanin' denilen daha koyu pigmentlerin miktarini artirirlar. Bu koyu pigmentler derimizin üst tabakalarina gelirler ve böylece derimizin rengi koyulasir.

    Melanin, UV isinlarini emer, yani vücudun melanin üretimini artirmasi, vücudumuzu UV isinlarinin tehlikeli etkilerinden korumak içindir. Ama bir noktadan sonra bu da geçerli degildir. Günesin altinda ne kadar yanmis olursak olalim, derimizin rengi ne kadar koyulasirsa koyulassin, yine de günes isiginin içindeki UV isinlarinin yarisini derimiz içine almaya devam edebilir.

    Asiri UV isinlarina maruz kalmak sonunda deri kanserine bile yol açabilir. Her yil yarim milyon insanda bu hastalik görülmektedir. Özellikle gençler arasinda giderek artmaktadir. Gerçi bu tür, genellikle basari ile tedavi edilmektedir ama cigere veya beyine yayilabilecek çok daha kötü türleri de vardir.

    Çok günesli havalarda UV isinlarindan korunmak, sapka ve gözlük takmak tavsiye edilir. UV isinlari gözlerimize de çok zararlidir. Unutmayalim ki, vücudumuzdaki en ince deri göz kapaklarimizdadir. Günese çikmak zorunda kalmayacaksa koruma faktörü yüksek krem ve yaglar kullanilmalidir.

    UV isinlari cisimlerden de yansir. Bu nedenle gölgede kalmak da çare degildir. Insan gölgede de yanabilir.

    Günes enerjisi tahmin edilenden çok daha güçlüdür. Yeryüzünde 3 kilometrekarelik bir tarlanin bir gün boyunca günesten aldigi enerji, Hirosima üzerinde patlatilan atom bombasinin saliverdigi enerjiye esittir. Bombadan enerji bir anda bosaltildigindan, sok dalgalari olusmus ve ölümcül olmustur.

  3. #3
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Cam Neden Saydamdir?

    Cam sasilacak derecede basit bir maddedir. Dünyanin her kösesinde rahatça bulunabilen kum, kuvars ve sodadan meydana gelmistir. Fakat camin asil sasirtici özelligi ne tam bir sivi ne de gerçek bir kati olusudur. Aslinda siviya daha yakindir, çünkü atomik yapisindaki düzen sivilardaki rasgele düzeni andirir. Katilarin atomlarinin kristal yapisi ise düzgündür.

    Kati bir cisimde atomlarin bir dizilis düzeni vardir. Yani bu dizilis düzeni belli araliklarla kendini tekrarlar. Camda ise bu özellik yoktur. Çok kuvvetli mikroskoplarla yapilan incelemelerde bile camin yapisinda hiç bir kristal olusumuna rastlanmaz. Arada sirada görülen bazi kristaller ise camdaki kusurlardir.

    Cama çok agdali bir sivi diyebiliriz. O kadar agdalidir ki, normal dis etkenlerde bile seklini degistirmez. Bir sivida iç sinirlar bulunmadigindan camin içinden geçen bir isik demeti kirilma ve yansimaya ugramaz, dogrudan geçer. Bu nedenle bir cama baktigimizda arkasindakileri oldugu gibi görürüz. Isik sadece camin yüzeyini asarken hafifçe kirilir.

    Cam saydamdir, su da saydamdir, öyleyse donmus su olan kar taneleri niçin beyazdir ve niçin kar örtüsü saydam degildir? Bir cismin üzerine gelen isigin tümünü yansittiginda beyaz, hepsini tutup hiçbirini yansitmadiginda siyah renkte göründügünü biliyoruz. Cam saydamdir ancak kirildiginda, tuzla buz oldugunda yerdeki küçük cam parçalari yigini beyaz renkte görünür, çünkü her bir cam parçasi isigi degisik yönde geçirmektedir.

    Kar tanelerinde de ayni sey söz konusudur. Minik taneler üzerlerine gelen isigi her yöne gelisigüzel yansitirlar. Bu nedenle kar taneleri de, kar örtüsü de beyaz renkte görünürler. Benzeri durum tuzda da görülür. Tuz, her biri saydam olan küçük kristallerden olusmustur ama bunlardan büyük bir miktari bir kapta bir araya gelince gözümüze beyaz renkte görünürler.

  4. #4
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Canlilarin Görebildikleri


    Her canlinin gözü ve görme sistemi, onun yasadigi hayata uygun olarak gelismistir. Gece veya gündüz mü yasadiklari, av ile mi beslendikleri, kara, hava veya deniz canlisi mi olduklari insani hayrete düsürecek bir sekilde gözlerinden anlasilir.

    Insan dis dünyayi üç boyutlu görebilen yani sag ve sol gözü cisimleri es zamanli algilayabildigi için derinlik hissi olan nadir canlilardandir. Insanda sag ve sol gözün görme oranlan çok ufak bir farkla hemen hemen çakisir ve bu ufak fark da üç boyutlu görmeyi saglar. Hayvanlar sol gözle sol, sag gözle sag yanlarini görürler. Bu nedenle dis dünyayi bir resim tablosu gibi algilarlar yani derinlik boyutu yoktur.

    Tavsan basini çevirmeden ayni zamanda hem arkasini hem önünü görebildiginden arkadan habersizce yaklasip onu yakalamak mümkün degildir. Ancak bir tavsan basini çevirmeden burnunun ucunda olup biteni göremez. At da basini hafif çevirirse arkasindaki her seyi görebilir.

    Böylece ot yiyen hayvanlarin arkalarindan yaklasan et yiyici hayvanlari fark edip kaçabilmeleri kabiliyeti saglanmistir. Yirtici et yiyicilerin ise gözleri önde olup görme alanlari daha dardir ama gelismistir, düsmanin uzakligini çok iyi ölçebilirler.

    Su aygirlarinin gözleri kulaklarina yakindir ve bu sekilde agir vücutlari suyun içindeyken bile etrafi gözetleyebilirler. Arinin 12 000 gözü vardir, gözü meydana getiren bu binlerce mercegin her biri basli basina bir gözdür. Bukelamunun gözleri birbirlerinden bagimsiz çalisirlar. Bir göz avi izlerken diger göz çevreyi tarayabilir. Eseklerin gözlerinin konumu öyledir ki, her zaman dört ayaklarini da görebilirler.

    Kurbaganin gözünün kapasitesi ise ancak önünden geçen bir sinegi görüp yakalayabilmesini saglayabilecek kadardir. Köstebegin toplu igne basi büyüklügündeki gözleri onun toprak altindaki yasami için yeterlidir. Bazi hayvanlar renkleri gayet iyi görebilirken bir bölümü renge duyarli degildir.

    Insan gözü ise bunlarin içinde en az bir amaç için kullanilani ama en fazla sartlara uyum saglayanidir. Gözlerimiz insan olusumuzdaki en büyük etkenlerden biridir. Bir çok memelinin en önemli duyusu koku, böceklerin ise tat iken insanlarda görme en üstün duygudur. Her ne kadar sahin kadar uzaklari, kedi kadar karanliklari, balik kadar su altini mükemmel görebilme yetenegimiz olmasa da, yine de sadece sinirli bir ortami degil her seyi iyi görürüz ve daha önemlisi iyi algilariz.

    Yeryüzündeki tüm canli türlerinin etraflarindaki nesneleri farkli biçimde gördüklerini biliyor muydunuz? Yani ne kadar canli türü varsa, o kadar da farkli göz ve bakis açisi vardir.

    Hayvanlarin gözleri ne kadar farklilik gösterirse göstersin aslinda optik sistem aynidir. Hepsi neticede birer fotograf makinesi gibi çalisir. Ancak görme sadece mekanik bir islem degildir. Beynimiz gözden gelen sinyalleri algilamanin yaninda ona duygularimizi da katar, yorumlar. Yani duygularimiz ve çevre kavramlari da gördüklerimizi etkiler. Kimine göre güzel olan bir sey bir baskasina çirkin görünebilir.

    Tüm bunlardan insan gözünün kapasitesinin bir siniri oldugu ancak kendi yasam savasini sürdürebilecek yeterlilikte oldugu sonucu çikar. O halde yasamda gözlerimizle göremedigimiz çok sey var. "Ben sadece gözümle gördügüme inanirim" lafi da pek gerçekçi degildir. Insan dünyanin pek çok özelligini görememekte hatta hayal bile edememektedir. Siz, radyo dalgalarini, röntgen isinlarini, uzaktan kumandanizin televizyonunuza gönderdigi sinyali görebiliyor musunuz?

  5. #5
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    @ Sembolünün Anlami


    Biraz komik görünümlü, kuyrugu tepesinden dolasan bu küçük 'a' harfi, internetle beraber günümüzde en çok kullanilan sembollerden biri olmustur. Sembolün gerçek orijini tam olarak bilinmemektedir. Dünya üzerinde genel kabul görmüs ortak bir isminin olmamasi da sasirticidir. En çok kabul gören ismi Ingilizce'deki 'at sign'dir. Bu sembole Almanlar 'at zeichen', Ispanyollar 'arroba', Fransizlar 'arobase', Japonlar ise 'atto maak' adini vermislerdir.

    '@' sembolü birçok ülkede sekil olarak degisik hayvanlarla özdeslestirilir. Internet erisimi olan herkesin adres veya telefon numarasinin bir çesit karsiligi olan e-posta (e-mail) adresi vardir. Iki bölümden olusan bu elektronik posta adresini @ sembolü ikiye ayirir. Önceki kisim kisisel ad olan posta kutusunu, sonraki kisim ise internet servis saglayicinin adini belirler.

    Ikinci kisimdaki son birkaç karakter genellikle o kisinin bagli oldugu kurulusu ve ülkeyi gösterir. Örnegin, 'com' (ticari), 'gov' (hükümet), 'net' (ag organizasyonu), 'edu' (egitim), 'mil' (askeri) gibi. Bunlarin disindakiler de 'org' (organizasyon) uzantisini tasirlar. Bunlardan sonra gelen karakterler ait oldugu ülkeyi belirlerler, tr (Türkiye), uk (Ingiltere), fr (Fransa) gibi. 'us' uzantisini kullanmasi gereken ABD genellikle bir ülke kodu uzantisi kullanmaz.

    @ sembolünün orijini bir muammadir ama yine de iki hikaye var. Birinci hikayeye göre @ sembolünü Ortaçag kesislerinin yorgun elleri yaratmistir. Matbaanin icadindan önce çogunlugu din konulu olan kitaplarin her bir kopyasi elle yaziliyordu. Bu uzun ve yorucu isi kesisler yapiyorlardi, 'Tarafina, dogru, halinde içinde, yaninda, hususunda üzerinde, beherine' gibi çesitli birçok anlama gelen, Latince 'ad' kelimesinden türemis 'at' kelimesi her ne kadar kisa bir kelime idiyse de kitaplarda o kadar çok tekrar ediliyordu ki sonunda usanan kesisler onu tek el hareketi ile yazacak sekilde, 't' yi 'a'nin üzerinden sola dogru asirarak @ sekline dönüstürdüler.

    Ikinci hikayeye göre sembol 'amphora' kelimesinin kisaltilmasiydi. O zamanlar 'amphora', hububat, baharat ve saraplarin tasindigi firinda pisirilmis küplerin ölçüm birimiydi. Giorgio Stabile isimli bir Italyan arastirmaci 1492 tarihli Latince - Ispanyolca sözlükte 'amphora'nm bir agirlik ölçüsü olan 'arroba'ya çevrildigini kesfetti. Ispanyollarin hala@ isaretini 'arroba' diye isimlendirmelerinin sebebi de bu olmalidir.

    Stabile ayrica, Floransali tüccar Francesco Lapi'nin 1536'da yazdigi bir mektupta @ isaretini kullandigini da tespit etti. Isaret ayni zamanda uzak mesafeler arasi ticareti belirtmek için de kullaniliyordu ama 18. yüzyilda kullanilisi birim basina bir fiyati göstermek içindi. Örnegin, tanesi 5 Peni'den 10 portakal alinsa '10 portakal @ 5 Peni' seklinde 'her biri' anlaminda yaziliyordu.

    @ isareti ilk olarak 1885'te yazi makinelerinin ilk örnegi olan Underwood'un klavyesinde kullanildi. E-posta adresinin bir parçasi olarak ise ilk olarak 1977 yilinda Roy Tomlinson tarafindan kullanilmistir. Tomlinson'un amaci ise kimsenin adinda bulunmayan ve karisikliga yol açmayacak bir isareti kullanmakti.

  6. #6
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Agaç Çatalla Su Bulmak


    Yer kabugu yalnizca birkaç kilometre delinebildigi için altimizda nelerin oldugu örnekler alinarak açiklanamiyor. 70 kilometreye ulasan yer kabugundan sonra 2.900 kilometre kalinliginda kati bir tabaka, daha sonra da 2.300 kilometre kalinliginda ergimis çekirdek tabakasi oldugu biliniyor.

    Insanoglu gözünü hep gökyüzüne diktiginden yer altindaki faaliyetler ve bunlarin kendi yasamina etkileri hakkinda biraz ilgisiz. Arada sirada bir yanardag lav püskürtünce asagida da bir takim seylerin oldugunun farkina variyor. Aslinda ayaklarimizin altinda sivilari, gazlan, radyoaktiviteleri, manyetik kuvvetleri; eriyen, kirilan, dalgalanan tabakalari ile esrarengiz bir dünya gizlidir.

    Jeologlarin yüksek teknoloji ürünü aletleriyle bile saptayamadiklari yer altindaki bazi olusumlari insanlarin hissedebildikleri, yerin derinliklerinden gelen isinlarin pek çok hastaligin sebebi olabilecegi konulan artik ciddi olarak tartisilmaktadir.

    Yerin alti ile fizik ötesi bir iliski kurabildiklerini iddia edenlerin basinda su arayicilari gelir. Su arayicilarinin en çok kullandiklari 'Y' harfi seklindeki agaç çubuklardir. 'Y'nin iki ucunu ellerinde tutup, bacagini da ileriye uzatip kollarini gererler. Su kaynagina yaklastikça agaç çatal titremeye ve asagiya, suyun bulundugu yere dogru dönmeye baslar. Bu iste tercih edilen agaçlar findik, karaagaç ve mesedir.

    Çin'de milattan önce 2200 yillarindan beri kullanilan bu teknigi uygulayan su arayicilarina göre, iki su damarinin kesistikleri yerden çok güçlü bir isin yayilmaktadir. Bu isin evlerin duvarlarindan bile geçebilmekte, insanlar mikrodalga seviyesindeki bu isinlari hissedebilmektedirler. Ancak özel bir duyarliliga sahip insanlarin algilayabilecegi söz konusu isinlarin var olup olmadiklarini ve insan sagligi üzerindeki etkilerini kanitlamak üzere Münih Üniversitesi bir çalisma baslatmistir.

    Çalismalar kapsaminda yapilan deneylerde su arayici kisilerin yüzde 95 isabetle suyun yerini tespit edebildikleri görülmüstür. La Roche firmasi adina su arayan ünlü Peter Treadwell, Avustralya'dan Hindistan'a kadar dünyanin hemen her yerinde aradigini bulmustur. Yer alti olusumlarinin insanlara bir sekilde etki ettikleri artik kabul edilmektedir. Ancak bu iste kullanilan agaç çatalin yer alti sularindan nasil etkilendiginin ve bu isteki rolünün hala bilimsel bir izahi yoktur.

  7. #7
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Cemre Düsmesi Nedir


    Cemrenin kelime anlami 'kor halindeki ates'tir. Ilkbahar baslamadan önce birer hafta araliklarla havaya, suya ve topraga düstügüne ve onlari isittigina inanilir. Eskiler 365 günlük yili 'kasim' ve 'hizir' günleri olarak ikiye ayirmislardi. Kasim 179, hizir ise 186 gündü. Yilin kasim kismi yani kis devresi 8 kasimda baslar, 6 mayisa kadar sürerdi. 6 mayista da hidirellez ile birlikte yaz devresi, hizir günleri baslardi. Kasim ayina kasim dememiz oldukça yenidir. 1945 yilinda ilgili kanun yürürlüge girene kadar, kasim ayma 'tesrinisani' denilirdi. Kasim adi Arapça 'bölen' anlamindadir. Yili böldügü için bu ad verilmis olabilir.

    Kasimin kirk altisinda, kirk gün anlamina gelen 'erbain', seksen altisinda da elli gün anlamina gelen 'hamsin' baslar, böylece kisin en soguk zamanlari olan doksan günlük süre geçmis olurdu. Kasim günlerinin ortasini geçip yüz gün arkada kalinca halk arasinda zorlu kis günlerini arkada birakmanin bir ifadesi olarak 'geldik yüze, çiktik düze' denilirdi.

    Kasimin yüz besinde (19-20 subat) birinci cemrenin havaya, yüz on ikisinde (26-27 subat) ikincisinin suya, yüz on dokuzunda da (5-6 mart) üçüncü cemrenin topraga düstügüne ve yedi günlük araliklarla buralari isittiklarina inanilirdi. Cemrelerin düsüs siralamasinda önce hava isiniyormus gibi görünse de hava dogrudan günes isinlari ile isinmaz.

    Günes'ten gelen isinlar önce yeri isitirlar, yerden yansiyan isinlar havayi isitirlar. Aksi olsaydi, yükseldikçe, daglarin tepesine çiktikça, Günes'e yaklasildigi için hava gittikçe isinirdi.

    Meteorolojik olarak isinma siralamasi toprak - hava- su seklindedir. Cemre her ne kadar folklorik bir inanis olsa da, cemreler arasindaki günlerde hava sicakliginda az da olsa düsüsler yasansa da, özellikle Marmara bölgesine ait istatistiklere göre, cemre tarihlerinde yüzde 80'e varan oranda isinma meydana gelmektedir. Cemreler Türk dünyasinin kültür ve edebiyatina da konu olmuslardir. Örnegin, divan sairlerinin cemre zamanlan, baharin yaklasmasi dolayisiyla önemli kisiler için yazdiklari övgü siirlerine 'Cemreviye' denilirdi.

  8. #8
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Çim Kokusunun Kaynagi


    Yagmur yagan her yerde topraktan kendi kendine çikmis çimenler görülebilir. Bahçe çimi gibi dekoratif ve düzgün yapida olmasalar da dünyanin dörtte birine yakini çimenlerle kaplidir. Dünyada tabiatin bu kadar bol bahsettigi baska bir bitki yok gibidir.

    Çimen tabiatta, yerde biten otlarin genel adidir. Yaklasik 7 bin cinsi vardir. Çimgillere sekerkamisi, bambu, pirinç, bugday, dari ve yulaf da dahildir, yani çimgillerin bir kismi gida maddesi olarak tüketilmektedir.

    Zamanimizda çim denilince evlerin bahçelerinde ve spor alanlarinda bulunan ve biraz da sosyal statüyü gösteren, ekimi ve bakimi özen isteyen özel bitkiler anlasiliyor. Tabiattaki çimler kendi kendilerine büyürler, yagmurla gelisirler ama bahçelerdeki çimleri yesil tutabilmek için sulamanin yaninda boylarini da sik sik kesmek gerekir. Özellikle makine ile kesilen çimlerden etrafa hos bir koku yayilir.

    Diger bitkilerde oldugu gibi çimlere de yesil rengi veren, fotosentez isleminin yapilmasini saglayan, klorofil denilen pigmentlerdir. Bitkilerdeki klorofilin moleküler yapisi kandaki hemoglobinin yapisi ile benzerlik tasir. Aradaki fark hemoglobindeki demirin yerine klorofilde magnezyumun bulunmasidir.

    Bu tip moleküler yapiya sahip elementlerin bir ortak özelligi de hava ile temas ettiklerinde keskin bir koku yaymalaridir. Kesilen çimden yayilan kokunun nedeni de açiga çikan ve hava ile temasa geçen klorofil pigmentleridir.

  9. #9
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Çivi Üstünde Yatmak


    Aslinda hiçbir çivinin ucu tam olarak sivri degildir. Imal edilis teknigi bakimindan da bu mümkün degildir. Belki gözle pek fark edilemez ama büyüteçle bakildiginda sivri uçta imal sirasindaki kesilme yeri olan minik düzlük görülebilir. Tabii bu, çivinin tahtaya, tuglaya girmesine mani teskil etmez ama kafasina çekiçle kuvvetlice vurmak sartiyla. Yoksa elle iterek veya zayif bir kuvvet uygulayarak bir çiviyi hiçbir yere sokamazsiniz.

    Eger bir çiviyi elinize alir, sivri ucuna parmaginizla hafifçe bastirirsaniz parmaginizi delmedigini göreceksiniz. Siz parmaginizla çiviye bir itme kuvveti uygularken aksini de parmaginiza çivi uygular ama bu derinizi delecek güçte bir kuvvet degildir.

    Simdi iki ayri parmaginizla, iki ayri çiviye öncekinin iki misli kuvvetle bastirin. Uyguladiginiz kuvvet iki parmaginiza bölünecek, her bir çiviye olan itme gücü yine ayni olacak dolayisiyla çiviler parmak derinizi yine delemeyeceklerdir.

    Eger 100 adet çivi üzerine yatarsaniz, vücudunuzun agirligi bu 100 çiviye bölüneceginden, her bir çivi, vücudunuzun 100 farkli noktasina parmaginiza yaptigindan daha fazla bir aksi kuvvet uygulayamayacak, sonuçta yine derimizi delemeyecektir.

    Çivilerden yapilmis bir yatagin üstüne yatmanin teknik olarak izahi budur. Hatta çivi sayisi ne kadar çok olursa tehlike o kadar azalir. Yeter ki vücut agirligi ile çivi sayisini ayarlayin, vücut agirliginiz çiviler üzerine oldugunca esit gelecek sekilde yatin. Çiviler iz birakabilirler ama delip geçemezler, çok aci da vermezler.

    Aslinda çok gizemli gibi görünen, seyredenleri sasirtan ve heyecanlandiran, manevi duygularla iliskili oldugu imaji verilen bu gibi birçok gösterinin arkasinda küçük teknik hileler yatar. Ne var ki bu hileleri yapmada bile ön hazirliklar, bilinçli ve dikkatli uygulamalar gerekir. Sakin bunu evde denemeyin!

  10. #10
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Akil Ile Zekanin Farki


    Akil aslinda bir kabiliyettir, zeka da öyle. Ikisi arasindaki en önemli fark, bir baskasindan akil alabilirsiniz ama zekayi asla. O, her insanin kendisine mahsustur.

    Bir hastalik söz konusu olmadigi sürece süphesiz herkesin akli vardir. Akilli olmak, kendi davranislarini bilmek, kontrol edebilmek, dogru ve yanlislarini degerlendirebilmek yetenegidir.

    Akil, insani hayvandan ayirt eden en önemli faktördür. Hayvanlar yalan söyleyemez ama insanlar sik sik bu yola basvurur. Iste insandaki yalanla gerçegi, dogru ile yanlisi ayirabilme, bir konuda fikir yürütebilme, görüs belirtebilme yetenegi akildir.

    'Ah simdiki aklim olsaydi' lafini çok isitmisizdir. Demek ki, akil insan olgunlastikça da degisiyor ve insanin kendisi de bunun farkina variyor. Bir insan degisik fikirlerle digerinin aklini karistirabilir. Hayret verici, sasirtici seyler insanin aklini durdurabilir.

    Bir seyin içerigini anlamamak 'akil erdirememek' olarak nitelendirilirken baskalarinin çözemedigi bir sorunu çözen kisiye 'bir tek o akil etti' denilir. Birine bir yol göstermek ona 'akil vermek'tir. Bir seyi hatirlamak, unutmamak 'akilda tutmak'tir. 'Akilsiz' tanimi ise dogru ve isabetli düsünemeyen anlaminda kullanilir.

    Zeka ise bir olayi önce anlama, iliskileri kavrama, yargilama ve açiklayarak çözme yetenegidir. Genel olarak zekanin 12 yasina kadar hizla gelistigi sonra gelisme hizinin yavaslayarak 20 yasina kadar sürdügü, orta yaslarda ise zeka seviyesinin sabit kaldigi kabul edilir.

    Zeka hayvanlarda da vardir. Hayvanlarda zeka bir nevi içgüdüsel olaydir. Süphesiz hayvan zekasi insana göre gelismemistir ama her iki zeka türü de sinir sistemi ile ilgilidir. Insani ayiran, evriminde olusmus konusabilirle özelligi, dik durabilmesi, el yapisi nedeniyle aletleri kullanabilmesi ve gelismis beyin ve sinir sistemidir.

    Zeka, bir insanin her türlü olay karsisinda ayni yetenegi gösterebilecegi anlamina gelmez. Bir müzik bestecisi kendi duygusal yapisinin içersinde en karisik eserleri akliyla degil zekasi sayesinde olusturur. Biz bu kisilere 'müzik dehasi' diyoruz. Ancak bu müzik dehalari en basit bir matematik problemini bile çözemeyebilirler.

    Sonuç olarak zeka, ruhsal olaylara, algi ve hafiza yetenegine, tutkulara, egilimlere, iradeye ve bilgi edinme istegine göre farkliliklar gösterebiliyor. Akil somut olarak ölçülemez ama zeka pek saglikli olmasa da IQ denilen bir testle ölçülmeye çalisiliyor.

  11. #11
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Antifirizin Islevi


    Arabamizin motoru arabayi yürütecek gücü saglarken bir yandan da isi üretir. Motor blogu içinde devamli dolasan su ile motor sogutulur. Motordan aldigi isi ile isinan bu su da radyatörde havanin yardimiyla sogutulur.

    Kapali bir çevrimde ve ideal isi dengelerinde devamli olusan bu olayin farkina biz ancak, herhangi bir ariza durumunda sogutma olayi yetersiz kaldiginda, radyatörden buharlar çiktiginda, yani bilinen tabiri ile arabamiz hararet yaptiginda variriz.

    Kisin soguk aylarinda, hava sicakligi sifirin altina düsünce, arabamiz kapi önünde hareketsiz halde iken bu sogutma suyu da her su gibi donabilir. Donunca genisler ve yaptigi basinçla motor blogunu çatlatabilir. Bu olayi önlemek için suyun içine, sifirin çok altindaki derecelerde bile donmasina mani olacak 'antifiriz' dedigimiz sivi ilave edilir.

    Motorun sogutma suyunun içine ne oranda antifiriz konulacagini, o bölgede olabilecek en düsük hava sicakligi belirler. O zaman söyle düsünülebilir. Tam emniyetli olmasi bakimindan, sogutma suyunun yerine niçin tamamen antifiriz doldurmuyoruz? Antifiriz orani yüzde yüzü bulunca sicaklik ne kadar düserse düssün maksimum korunma saglanmis olmaz mi?

    Hayir, olmuyor. Mantiken ters gelebilir ama belirli orandan fazla konulan antifiriz bu sefer de tamamen ters tepki veriyor. Suya yüzde 50 oraninda katilmis antifiriz -37 derecede donarken, antifirizin kendisi yani saf antifiriz -12 derecede donuyor.

    Suyla karisabilen her sey onun sifir derece olan donma noktasini düsürür. Yani donma derecesini düsürmek için suya toz seker, surup hatta aküdeki asit bile konulabilir. Hepsi de bir dereceye kadar ayni islevi görür ancak hiçbiri diger tehlikeli yan etkileri bakimindan tavsiye edilmez.

    Ilk otomobillerde seker ve balin antifiriz olarak kullanilmalari denendi, sonralari ise alkolde karar kilindi. Ancak bu sefer de alkolün kaynama noktasi düsük oldugundan motor sicakken sorun çikardi. O halde ideal antifirizin donmayi önlemesi ama ayni zamanda da suyun kaynamasina sebep olmamasi gerekiyordu. Günümüzde bu amaçla 'etilen glikol' denilen renksiz kimyasal bir sivi kullaniliyor.

    Suyun içine katilan kimyasallarin donmayi önleme özelligi, suyun ve buzun moleküler yapilari ve antifirizin bu yapilara olan etkisinden ileri geliyor. Bilindigi gibi tüm sivilarda oldugu gibi suda da moleküller serbest ve düzensiz halde, katilarda (buzda) ise sabit ve düzgün bir yapidadirlar. Su donarken önce moleküllerinin hareketleri yavaslar sonra da düzgün ve sabit bir pozisyona gelirler yani kristallesirler. Iste antifirizin buradaki rolü. moleküllerinin su molekülleri ile birleserek onlarin buz kristalleri olusturmalarina mani olmaktir.

    Peki öyleyse ortada su yokken antifiriz kendi kendine niçin daha çabuk donuyor? Çünkü suya katildiginda antifirizin su moleküllerine yaptigini su da antifiriz moleküllerine yapar. Donmayi önlemek daha dogrusu geciktirmek iki tarafli çalisir, su da antifirizin donma derecesini düsürür. Sonuç olarak arabanin sogutma suyuna önerilenden fazla antifiriz konmasinin hiçbir faydasi yoktur aksine zarari vardir.

  12. #12
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Arabalarin Arka Camlari


    Bilindigi gibi pek çok model binek arabalarda arka kapilarin camlan dibine kadar tam açilamaz. Yaklasik üçte bir mesafeye gelince dururlar. Tabii bu sürücüler için bir problem degildir. Onlar ön camlan tam açip püfür püfür giderler. Klimali araç sayisi çogalip tüm camlarin kapali tutulmasi durumu ortaya çikinca arka camlarin tam açilamamasi konusu gündemden iyice düsmüstür.

    Arabalarin arka camlarinin tam açilmamasinin içeriye egzoz gazi, böcek veya gürültü girmesiyle ve arabanin emniyetiyle bir alakasi yoktur. Arabalari dizayn eden mühendisler bunu kullanicilarin çocuklarinin arabadan sarkmamalari için tercih ettiklerini söylüyorlar. Hatta arka camlarin açilmamasi için arabaya kilit dahi koyuyorlar.

    Gerçek ise farklidir. Performansi en yüksek arabayi yapabilmek için katlanilmasi gereken bir durumdur bu. Dikkat ederseniz orta ve küçük boy arabalarin çogunda arka tekerlekler arka kapilara çok yakindir. Bu nedenle ön ve arka kapilarin sekilleri farklidir.

    Ön kapida camin dibine kadar girmesi için yer varken arka kapilarda tekerlegin ve çamurlugunun konumlarindan dolayi alt kisim daraldigindan yer yoktur. Bu sekilden dolayi zaten arka kapidan inmek de daha zordur. Cam, kapinin düz devam eden kismindaki yuvasina kadar inebilir, daha sonra gidebilecegi bir yer yoktur.

    Peki arabalarimizin kapilari niçin arkadan öne dogru açiliyor? Bir sürücü olarak kapinizi hep sol elle açtiginiz dikkatinizi çekti mi? Kapi arkadan öne dogru açildigindan zaten sag elle hiç denemeyin sorun yasarsiniz. Arabalarin ilk yapildiklari zamanlarda kapilarin mentese ve kilit sistemleri bugünkü kadar saglam degildi. Ancak insanlarin çogu sag ellerini kullandiklarindan sürücü tarafindaki kapi önden arkaya açilir sekilde yapiliyor, diger kapi(lar)da da bu sekle uyuluyordu.

    Bu durum hareket halinde iken aniden açilan kapinin karsidan gelen hava akimiyla kapanamamasina hatta kopmasina yol açabiliyordu. Bu nedenle kapilarin arkadan öne dogru açilir sekilde yapilmasina baslandi. Artik kilit kazara bosalsa bile karsidan gelen hava akimi kapinin açilmasina müsaade etmiyordu.

    Konu arabalardan açilmisken fabrikadan yeni çikmis arabalardaki güzel kokudan da söz edelim. 'Yeni araba kokusu' denilen ve insanlarin hosuna giden bu koku tek bir koku olmayip, birçok kokunun birlesmesinden olusan çok özel bir kokudur. Zamanla kaybolur ve arabaya asilan suni koku yayicilardan hiçbirinin kokusu onun yerini tutamaz.

    Bu koku, boya ve boyadan önce kullanilan astar boya, konsolda, pencere ve kapilarda kullanilan lastik ve plastik malzemelerin kokularinin bir karisimidir. Bunlara yapistiricilarin, izolasyon malzemelerinin, koltuklardaki kumasin, deri parçalarinin ve dösemelerde kullanilan vinilin kokulari da karisir. Ortaya çok özel ve taklidi imkansiz bir koku çikar.

  13. #13
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Arzin Merkezine Yolculuk


    Eger dünyanin merkezinden geçen ve öbür tarafa açilan bir kuyu kazabilseydik ve de bu kuyunun agzindan içeri atlasaydik ne olurdu?

    Kesin olan bir sey var ki, dünyanin merkezine ulastigimizda, erimis magma içinde eriyip yok olacaktik. Biz yine de magmayi ve hava sürtünmesini unutup, bu bos kuyuda yapacagimiz yolculuk nasil olurdu, ona bakalim.

    Dünyanin merkezine ulastigimizda agirligimiz sifirlanirdi. Insani dünyanin merkezine çeken yer çekimi bu noktada her yönde ayni oldugundan, agirligimiz sifir olur, ama ilk hizla merkezi geçer Öbür uca dogru seyahate devam ederdik.

    Kuyudan atladigimizda süratimiz gittikçe artar, merkezi geçtikten sonra gittikçe yavaslamaya baslar, kuyunun öbür ucunda, yani basladigimiz noktadan yaklasik 13.000 kilometre sonra hizimiz sifirlanir, kuyunun kenarina iyi tutunamazsak, gerisin geriye düser ve bu hareket kuyunun iki ucu arasinda sonsuza kadar devam ederdi.

    Ama unutmayalim ki, baslangiçta hava sürtünmesini hesaba katmadigimizi söylemistik. Sürtünme nedeni ile her seferinde merkezden daha az uzaklasir ve sonunda merkezde hareketsiz kalirdik. Siz, siz olun, her gördügünüz kuyunun içine atlamayin!

  14. #14
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Dikiz Aynalari


    Önce dikiz aynasi ile baslayalim. Dikiz aynasini gece konumuna getirince, arkadaki arabalarin farlarinin isiklarinin sizi rahatsiz etmeden nasil arkayi görebildiginizi hiç merak ettiniz mi? Eger evinizde gece isiklar açik ve disarisi karanlik iken pencerenin önünde durursaniz, camdan aksinizi bir aynaya yakin netlikte görebilirsiniz. Dikiz aynalarinda da bu özellik kullanilir.

    Dikiz aynasinda arka arkaya ama birbirine açili,' V seklinde, önde düz bir cam, arkada ise normal düz bir ayna vardir. Normal gündüz konumunda ayna kismi dik durumdadir ve camdan geçen isiklar burada yansiyarak arkanizi görmenizi saglarlar.

    Dikiz aynasini gece konumuna getirince, cam kismi dik duruma gelir, açili hale gelen ayna kismi ise arabanizin tavanini gösterir. Bu pozisyonda ayna kismi tamamen karanlik olan arabanin tavanini camin arkasina yansitir ve evdeki cam örneginde oldugu gibi, dikiz aynasinin cam kismindan arkadan gelen isiklari nispeten az ve gözlerinizi rahatsiz etmeyecek sekilde görebilirsiniz.

    General Motors ilgilileri, simdi yeni bir dikiz aynasi gelistirdiklerini söylüyorlar. Bunda sadece tek bir yansitici yüzey olacak ve üzerindeki özel film tabakasi sayesinde geceleri parlak far isiklarini düsük düzeyde yansitacak.

    Birçok sürücü arabalarinin sag ve sol tarafindaki aynalardaki görüntülerin farkliliklarina dikkat etmez. Genellikle sürücü tarafindaki ayna, düz ayna olup arkadaki arabalarin gerçek boyut ve uzakliklarini gösterir.

    Sag taraftaki ayna düz degil bombelidir ve cisimleri daha küçük gösterir. Bu da sürücülerin arkalarindaki araba daha uzaktaymis gibi algilamalarina sebep olur. Ancak bu hali ile sag taraftaki ayna arkayi daha genis açidan görme ve özellikle sag arka kör noktayi daha iyi izleme imkanini saglar.

    80'li yillarda kullanicilarin istekleri dogrultusunda baslayan bu farkli görüntülü ayna konulmasinin getirebilecegi sakincalar göz önüne alinarak, son zamanlarda yeni arabalarda sagdaki aynaya 'arabalar görüldügünden daha yakindadirlar' seklinde bir ikaz yazilmaya baslanildi. Süphesiz sag tarafa da bire bir ölçekte gösteren bir düz ayna konulabilir ama burayi bombeli aynadaki kadar çok genis açidan gösterebilmesi için, bu aynanin yüzeyinin de çok büyük olmasi gerekir.

  15. #15
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Düdüklü Tencere

    Tencere daha 14. yüzyilda hemen hemen tamamiyla bugünkü seklini aldi. O zamanlar tencereler sadece yemek pisirmek için degil, su kaynatmak hatta içinde çamasir yikamak için bile kullaniliyordu. En eski tencereler dökme demirdendiler. Sonralari toprak, bakir, alüminyum, emaye ve camdan olanlari da yapildi.

    Bakir tencerelerin, kullanis ve dayanma bakimindan iyi olmalarina karsin sik sik kalaylanmalari gerekir. Alüminyum tencerelerin sakincali yanlan ise kesif soda ve alkali eriyiklerin alüminyum üzerine olan etkileridir. Sicak-soguk farkindan etkilenip çatlasalar da en saglikli tencereler cam (payreks) olanlaridir. Pisirme sirasinda içleri görülebildiginden sik sik kapaklarinin açilmasi gerekmez, yiyecegin vitamini kaçmaz.

    Düdüklü tencerelerin yan yüzleri basinca dayali malzemeden yapilir. Kapaklan ise ilginçtir. Çevrilince tencerenin agzini içten siki siki kapatirlar ve buharin kaçmasina mani olurlar.

    Düdüklü tencerenin kapaginda herhangi bir patlama tehlikesine karsi, istenen basinca, dolayisiyla pisme derecesine göre ayarlanabilen bir subap vardir. Basinç ayarlananin üstüne çikinca subap açilir, buhar buradan disari kaçar, hizla çikan buharin çikardigi düdük sesi de etrafi olaydan haberdar eder. Düdüklü tencere ismini de bu nedenle almistir.

    Düdüklü tencerenin pisirme prensibinde suyun kaynama özelligi yatar. Su 100 derecede kaynar demek tek basina dogru bir ifade degildir. Kaynama sicakligi atmosfer basinci ile dogrudan ilgilidir. Basinç atmosfer basincindan düsükse, su daha düsük sicakliklarda da kaynayabilir veya basinç atmosfer basincindan yüksekse suyun kaynamasi için daha yüksek sicakliklar gerekir.

    Normal tencere isitildiginda su 100 derecede kaynar ve tüm su kaynayana kadar bu sicaklik sabit kalir, yemek de bu sicaklik da piser. Düdüklü tencerede ise buhar disari kaçamadigindan tencerenin içindeki basinç gittikçe artar, dolayisiyla su 100 derecede kaynamaz, tenceredeki sicaklik 130 dereceye kadar çikar.

    Böylece pisirilmesi istenen besinlerin isisi suyun kaynama derecesinden çok daha yüksege çikar. Bu yüksek sicaklik yiyecege süratle nüfuz ederek, vitamin ve minerallerini kaybetmeden daha çabuk pismesini saglar. Bundan dolayi et haslamasi en çok yarim saatte, kuru sebzeler yirmi dakikada pisebilirler.

    Gelelim düdüklü tencerenin öyküsüne. 1682 yilinin 12 Nisan aksami Londra'da bir evde kraliyet sosyetesinden bir grup yemek yiyeceklerdir. Bu yemek o güne kadar yenmis yemeklerden farklidir çünkü davetlilerden Fransiz mucit, 35 yaslarindaki Denis Papin, yemegi son bulusu olan, her tarafi kapali, üzerinde emniyet vanasi olan bir kap içinde pisirecektir.

    Papin, gazlarla ilgili ana kanunlari formüle eden Irlandali fizikçi Robert Boyle'nin asistanidir ve kabin içindeki buhar basincini arttirarak, yemegin sivi kisminin kaynama noktasini yükselten bu bulusunu 1679'da gerçeklestirmistir. Yemekte bulunanlar pisen etten o kadar memnun olmuslardir ki, bu buharli tencere süratle yayilmis, hemen hemen bütün yiyeceklerin hatta pasta ve pudinglerin pisirilmelerinde bile kullanilmistir.

    Her icadin ilkinde oldugu gibi, bunda da bazi aksamalar olmus, emniyet valfi sik sik tutukluk yapmis, güzel bir aksam yemegi yemeye hazirlananlar, tencere patlayinca yiyecekleri duvarlarda seyretmek zorunda kalmislardir. Bu patlamalar düdüklü tencerenin neredeyse 150 yil unutulmasina yol açmistir. Tekrar popüler olmasi ise Napoleon Bonaparte sayesinde olmustur.

    'Bir ordu midesi üzerinde hareket eder' diye bir vecizenin sahibi olan Napoleon askerlerine yiyecek ikmalini saglikli yapamamaktan sikayetçi idi. Bu sorunu çözmek için parasal ödül vaat etmesi üzerine Fransiz sef Nicholas Appert, Papin'in bulusunu gelistirerek günümüzdekine benzer pratik bir düdüklü tencere yapmis ve tekrar yaygin olarak kullanilmasini saglamistir.

  16. #16
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Aylarin Günlerinin Degismesi

    Romalilar milattan 758 yil önce 10 aylik takvim uygulamasina basladilar. Bu ilk orijinal Roma takviminde aylar, gündüz ve gecenin esit oldugu, binlerce yildir hayatin baslangiç zamani olarak kabul edilen Mart ayindan baslamak üzere, Martius (Mart), Aprilis (Nisan), Maius (Mayis), Junius (Haziran), Quintilis (Temmuz), Sextilis (Agustos), September (Eylül), October (Ekim), November (Kasim) ve December (Aralik) idi.

    Bu ay adlarindan Quintilis'den (Temmuz), December'a (Aralik) kadar olanlar, 5, 6, 7, 8, 9 ve 10 rakamlarinin Roma'lilarca telaffuz edilis sekliydi yani, Mart baslangiçli takvime göre bu aylar yilin 5'inci, 6'nci, 7'nci, 8'inci, 9'uncu, ve 10'uncu aylariydilar. Bu 10 aylik takvim geride hesaba katilmamis daha 60 gün birakiyordu.

    Yedek olarak birakilan bu 60 gün sorun yaratinca, Janarius (Ocak) ve Februarius (Subat) adlari ile iki ay daha eklenerek takvim tamamlandi. Yani yilin ilk ayi Martius (Mart), son ayi ise Februarius (Subat) oldu.

    Asirlar sonra milattan 46 yil önce Roma Imparatoru Julius Caesar (Sezar), muhtemelen politik sebeplerden takvimde bazi degisiklikler yapti. On bir ayi 30 ve 31 gün olarak iki sekilde düzenledi, yilin son ayi olan Subat'a 29 gün verdi, her dört senede bir Subat'a bir gün ilavesini kabul etti. Ancak sonra nedendir bilinmez Janairus'u (Ocak) yilin ilk ayi olarak ilan etti. Böyle olunca da, her 4 yilda bir eklenecek bir günün, yeni durumda yilin ikinci ayi konumuna gelmesine ragmen Februarius'a (Subat) eklenilmesine devam edildi.

    Julius Caesar'in beklenmeyen ölümünden (Sen de mi Brütüs olayi!) sonra, Romalilar bu çok sevdikleri imparatorlarinin anisina QuintilIs (Temmuz) ayinin ismini July olarak degistirdiler.

    Ondan sora tahta çikanlardan, Augustus kendi serefine, Sextilis (Agustos) ayinin adini kendi ismi ile degistirerek, bu aya August adini verdi. Ama ortaya baska bir sorun çikmisti. Sezar'in ayi 31 gün, Augustus'un ayi ise 30 gün çekiyordu. Sorunu yine imparatorun kendisi çözdü ve zaten 29 gün olan Subat'tan bir gün daha alarak Agutos'a ekleyiverdi. Böylece iki ay da esitlenmis oldu.

    Iste size takvimin, niçin 12 ay oldugunun, aylarin isimlerinin nasil kondugunun ve niçin farkli sayida günlerden meydana geldiklerinin, dört sene sonra eklenecek artik günün niçin yilin sonuncu degil de, alakasiz bir sekilde ikinci ayina eklendiginin küçük bir hikayesi.

    Özellikle ortaçagda takvimler üzerinde o kadar oynanmistir ki, yapilan bilimsel hesaplamalara göre, Isa'nin bugün kabul edilen Milattan, yani Isa'nin dogumundan yaklasik 6 yil önce dogdugu, 36 yil yasayip Milattan sonra 30 yilinda öldügü ileri sürülmektedir.

  17. #17
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Balerinlerin Dans Stili

    Kadin ve erkegin birlikte gösteri yaptiklari dans eserlerinde (buz pateni de dahil) genellikle erkekler iri ve atletik yapili, kadinlar zayif ve hafiftirler. Kadinlarin parmaklarinin ucunda dans etmeleri daha uzun boylu görünmek, aradaki fizik farkini kapatmak kaygisindan ileri gelmez. Amaç sadece estetik görünümdür. Erkekler de isteseler bu sekilde dans edebilirler. Ayak yapilari, agirliklari bir mani teskil etmez. Kafkas halk danslarinda erkekler parmak uçlari üzerinde rahatlikla dans ederler.

    1581 yilinin sonbaharinda, IV. Henri zamaninda, Fransiz kraliçesi Loise'in kiz kardesi, Joyeuse dükü ile evlenecekti. Kralin annesi bu dügünün uzun yillar unutulmayacak bir festival haline getirilmesini istedi. Zamanin ünlü müzisyeni ve dans ustasi Baltazarini di Belgioioso'ya organizasyon görevini verdi. O da ana kraliçeyi hayal kirikligina ugratmadi.

    Louvre sarayinda sahnelenen ve alti saat süren 'Ballet comique de la Reine' isimli, pantomim, siir, dans karisimi eser dans tarihçileri tarafindan balenin dogum tarihi olarak kabul edilir.

    Eserin ünü ana kraliçenin de tesviki ile tüm Avrupa'ya yayildi. Benzer eserler üretildi. Ne var ki 1600'lü yillarin sonlarina kadar bale dansi ile gösteri dansi ayni temeller üzerine oturtuldu. Amatörler, sarayda yetismis dansçilar ve meydan soytarilari, saray sahnelerinde yan yana dans ediyorlardi.

    1713'te Fransa'da Paris Operasi ile birlikte ilk dans okulu kuruldu. O güne kadar danslar erkek dansörler üzerine kurulmus ve gelistirilmisti. Okulla beraber kadin dansçilar da ortaya çikmaya basladilar. Ancak, uzun, agir giysileri ve ayakkabilari erkekler gibi serbestçe dans etmelerine imkan vermiyordu.

    Sazli, sözlü, siirli, atlamali, siçramali bir gösteri olan bale, 1700'lü yillarda romantik sarkilarin bulunmadigi, dansin temel unsur olarak kullanildigi bir sanata dönüstü. Agir kostümler, peruklar, maskeler, yüksek topuklu ayakkabilar yavas yavas terk edildi.

    Romantizm, baleyi 1800'lü yillarin basinda etkisi altina aldi. Hareketlerde giderek artan akiciliga, havagazi ile isiklandirmanin getirdigi kolayliklarin da eklenmesiyle koreografilerde gerçekdisi, gerçeküstü öyküleri, düsleri, hayalleri, hayali yaratiklari, uzak ülkeleri, büyük asklari sahneye yansitma imkani dogdu. Dans daha saf, daha kadinsi bir sanata dönüstü. Sanatçilar zaman zaman bu koreografilere çok uygun gelen parmak ucunda dansi denediler ama bale pabuçlari henüz bu teknige imkan verecek kadar yumusak degillerdi.

    1827'de Paris Operasi'nda muhtesem bir genç kadin, Marie Taglioni ortaya çikti ve baledeki dans anlayisini, yeni stili ile önemli derecede etkiledi. Taglioni'nin parmak üzerindeki dans stili, dansa daha ruhani, tül kadar hafif, sanki bir baska dünyaya aitmis gibi, o güne kadar görülmemis bir hava katti.

    Taglioni bütün Avrupa'da yirmi yil boyunca dans elti ve dansin kraliçesi olarak kabul edildi. Nazli görünümü ve olaganüstü dans yetenegiyle erkek dansçilar karsisinda üstünlük saglayarak 'bas kadin dansçi' kavraminin dogmasina neden olan bu ünlü balerin, beyaz tülden giysileri ve ayaklarinin ucunda uçarcasina dans edisiyle balede yeni bir çigir açti. Romantik balede kadin dansçi, beyaz kisa etegi ile tüy gibi havalanan bir varlik oldu.

    Yine de o günlerde hiçbir balerin Taglioni gibi parmak ucunda dansetmeyi basaramiyordu. Bale pabuçlari ipek ve satendendi. Uçlari da pamuk ve ipekle destekleniyordu ama bu dansçilara parmak ucunda dans edebilme kolayligini vermiyordu. Bu ise uygun ilk pabuçlar 1800'lü yillarin sonlarinda Italya'da yapildi. Baslangiçta erkekler bu ayakkabilari giymeyi ve parmaklarinin ucunda dans etmeyi kadinsi buldular. Sonucunda da belli bazi hareketleri tek basina yapamayan balerinlerin yardimcisi rolünü kabullenen erkek dansçilar giderek ikinci plana düstüler.

  18. #18
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Barkod Nedir?


    Bu günlerde çarsi pazardan aldiginiz her seyin üzerinde bir etiket var. Bu etikette kalinliklari farkli dikey çizgiler ve bazi numaralar bulunuyor. Kasiyerler bu malin etiketli tarafini bir camin üzerinden geçiriyor veya etikete bir isik tutarak, fiyatlarini otomatik olarak yazar kasalarina geçiriyorlar.

    Barkodlar önceleri marketler için, islemlerini hizlandirmalari ve stoklarini daha iyi kontrol edebilmeleri için hazirlanmisti. Ancak sistem o kadar basarili oldu ki, süratle her tipte satilan esyaya konulmaya baslanildi.

    Simdi, süpermarketten aldiginiz ve üzerinde barkod olan herhangi bir mali elinize alin ve bu bir tip etikete bakarak anlatacaklarimizi dinleyin.

    Gördügünüz gibi, bir barkodda iki kisim vardir. 1) Makinenin okudugu dikey çizgiler kismi; 2) Insanlarin okuyabildigi 12 adet rakam. Ilk alti rakam esyanin tanim numarasi olup, üreticiler yillik bir ücret karsiliginda, bu kodlari veren uluslararasi bir konseyden kendi ürünlerine tahsis ettirebilirler.

    Ikinci gruptaki ilk bes rakam malzeme numarasidir. Ayni kod birden fazla çesitteki ürün için kullanilamaz. Yani üreticinin sattigi her degisik üründe, her degisik paketlemede, hatta paketlerin koli olarak tekrar paketlenmelerinde hep degisik malzeme numarasi verilir. Böylece markette ne kadar mal satildigi, depoda ne kadar kaldigi, hep kontrol altinda tutulur.

    Örnegin, teneke kola ile sise kolanin kod numaralari farklidir. Hatta kutu kolanin bir kolide 6'lik, 12'lik veya 24 adet bulunmasi durumunda bile farkli kod verilir.

    Sagdaki en son rakam ise kontrol numarasidir. Bu numara bütün taranan dikey çizgilerle hafizaya alinan bilgilerin, bir çesit saglamasini yapar.

    Görüldügü gibi, barkodun üzerinde, malin fiyati ile ilgili her hangi bir bilgi yoktur. Kasiyer barkodu taradiginda sinyal sistem içinde bir merkeze gider, buradaki bilgisayar barkod numaralarina göre girilmis ve her zaman degistirilebilir fiyat bilgisini derhal kasaya gönderir. Bu merkez magazadaki mallarin fiyatlarini her zaman degistirebilme imkani saglar.

    Çesitli kalinliktaki dikey kalin ve ince çizgiler ile aralarindaki bosluklar, çesitli kombinasyonlarda dizilerek, her biri, bir rakami temsil eder, yani altlarindaki rakamin bilgisayar tarafindan okunmasini saglarlar.

  19. #19
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    Elmasin Cami Kesmesi


    Antik Çag'da elmasin insanlari görünmez yaptigina, kötü ruhlari kovduguna ve kadinlari cinsel açidan etkiledigine inaniliyordu. Günümüzde ise mücevherlerin bu kraliçesi, askin, çekiciligin ve zenginligin simgesidir.

    Elmas aslinda saf karbondan baska bir sey degildir. Elmasi yakabilecek yüksek isiya çikilabilse hiç kül birakmadan yanar. Tamamen karbon olan yapisina ragmen mineraller içinde en sert olanidir. Genelde renksizdir ama hafif sarimsi gri veya yesilimsi de olabilir. Isigi kirma, yansitma ve renk dagitma özelligi kuvvetlidir. Bu özelliklerinden dolayi çok kiymetlidir. Elmasin degeri rengine, safligina ve islenis sekline de baglidir.

    Peki elmas bu kadar degerli ve az bulunan bir mineral ise nasil oluyor da cani kesmede, sert metalleri isleme ve delmede, torna ve matkap uçlarinda bol miktarda kullanilabiliyor? Nasil oluyor da en küçük bir parçasi bile bir servet olan bu tas kösedeki camcinin cam kesme biçaginin ucunda bulunabiliyor?

    Aslinda elmasi iki ayri sekilde düsünmek gerekmektedir: Süs tasi olarak ve endüstride. Süs tasi olan elmasin degeri dört 'C' ile belirlenir. Bunlar; 'Carat=agirlik', 'Clarity=seffaflik', 'Colour=renk' ve 'Cut=islenis'dir. Dogada bulunan elmasin büyüklügü çok seyrek olarak bir santimetrenin üstündedir. Bugüne kadar bulunan en büyük elmas 621 gram gelen Cullian'dir.

    Süs tasi üretimlerinin yan ürünleri ile süs esyasina uygun olmayan dogal elmaslar endüstride degerlendirilmektedir. Piyasadaki elmas uçlar aslinda elmas kumu olarak adlandirilan bulanik elmaslardir. 'Karbonado' denilen bu ince taneli, kok görünümlü elmaslar sondaj makinelerinde en sert taslari bile delmede kullanilabilirler.

    Endüstrinin bu tür elmas uçlara olan talebi devamli artarken, üretimin artmamasi yapay elmas üretimini gündeme getirmistir. Yapay elmas üretme tekniginde prensip, yüksek basinç ve sicaklikta grafiti elmasa dönüstürmektir.

    Daha düsük basinçta da, gaz fazindaki karbondan yapay elmas elde edilebilmis olup lens ve cam kaplamalarinda, hoparlör diyafram kaplamalarinda (paraziti azaltmada), optik aletler ve transistor telleri üretiminde ve diger bir çok degisik alanlarda kullanilmaktadir.

    Süs elmasi olarak da 0,2 gramin üstünde yapay elmaslar elde edilebilmistir ama maliyeti dogal elmas fiyatindan on kat daha pahaliya gelmektedir.

    Peki, elmas ile pirlanta arasinda ne fark var biliyor musunuz? Ikisinin de asli ayni, yani karbon kömüründen farksiz tas parçalari. Çok yüksek basinç ve sicaklikta, yerin 150 - 200 kilometre derinliklerinde kristallesmis, daha sonra volkanik patlamalarla yeryüzüne itilmis saf karbondan olusmuslardir.

    Iste bu saf karbon, kesim veya sekline göre elmas ya da pirlantaya dönüsür. Pirlanta daha parlak, kesim orani daha fazla ve alt kismi kubbe gibidir. Elmasin alt kismi düz ve yüzey sayisi 12 ile 37 arasinda degisirken, pirlantanin kesimi daha zordur ve yüzey sayisi 57'dir. Yani pirlanta elmastan daha degerlidir, daha ince isçiliktir. Renkli olanlarina 'fantezi' denilir ki fiyatlari astronomiktir.

  20. #20
    Kutlubey isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Kutlubey - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : ABDULLAH
    Üyelik : 13 Haziran 2006
    Mesajlar : 11,484
    Standart Yazdı :
    En Yüksek Ses

    Sesin seviyesini ölçmede kullanilan birim Desibel'dir ve kisaca dB olarak yazilir. Insan kulagi inanilmaz sekilde hassas oldugundan bu dB ölçüsü de biraz tuhaftir. Kulagimiz en hafif bir yaprak hisirtisindan, jet motorunun yüksek sesine kadar her seyi isitebilir. Halbuki jet motorunun sesi insanin isitebilecegi yumusak bir fisildamadan bir trilyon kat daha fazladir. Insan kulagi aralarinda bir dB fark olan sesleri bile ayirt edebilir.

    Desibel seviyesi matematik dilinde "eksponensil" denilen sekilde (aynen deprem ölçüsü 'rihter'de de oldugu gibi) katlanarak artar. Insan kulaginin isitebilecegi en düsük ses seviyesi yani sessizlik O (sifir) dB'dir. Bu seviyenin 10 kat fazlasi 10 dB, 100 kat fazlasi 20 dB, 1000 kat fazlasi 30 dB'dir ve böyle artarak gider. Simdi bazi seslerin seviyelerine bakalim.

    Sesin siddet faktörü => Ses seviyesi (dB) => Sesin kaynagi

    1.000.000.000.000.000.000 => 180 => Roket sesi
    1.000.000.000.000.000 => 150 => Jet uçaginin kalkisi
    1.000.000.000.000 => 120 => Gök gürültüsü
    100.000.000.000 => 110 => Klakson sesi (l metreuen)
    10.000.000.000 => 100 => Metro istasyonu
    1.000.000.000 => 90 => Mutfak blenderi
    100.000.000 => 80 => Saç kurutucusu
    10.000.000 => 70 => Otobandaki trafik
    1.000.000 => 60 => Normal konusma
    10.000 => 40 => Oturma odasi
    1.000 => 30 => Kütüphane, hafif fisilti
    10 => 10 => Yaprak hisirtisi
    l 0 => Isitmenin alt siniri

    Yukaridaki bütün ses seviyeleri kaynagin yakinindan alinmistir. Kaynaktan uzaklastikça bu seviyeler mesafeye bagli olarak düser. 85 dB'in üzerindeki sesler isitme duyusunun kaybina yol açabilir. Tabii bu süreye de baglidir. 10 saat 95 dB seviyesindeki sese maruz kalmak zarar verebilirken, çok kisa sürede 120 dB'lik bir ses seviyesi kulaga zarar vermez.

    Sesin iki temel özelligi vardir. Biri yukarida belirttigimiz siddeti veya seviyesi, digeri de frekansi. Ses hava dalgalari ile yayildigindan bir saniyedeki dalga sayisi frekansini verir. Ve bu da 'Herz' birimi ile ifade edilir. Sesin siddeti ile frekansi arasinda bir baglanti yoktur. Insan kulagi 20 ile 20.000 Herz arasindaki sesleri algilayabilir. 20.000'in üstü ultrasonik sesler olup bu sesleri insan kulagi algilayamaz.

    Sesin bir kulagimiza gelmesi ile öbürüne gelmesi arasinda saniyenin milyonda biri kadar bir süre olmasina ragmen sinir sistemimiz bunu beynimize ulastirir ve sesin hangi yönden geldigini algilariz. 85 dB'in üstü insan kulagi için zararli iken bebeklerin aglamasi 100 dB'in de üstündedir. Anneler, babalar bebeklerinizi aglatmayin, sonra zarari size dokunabilir.

1/13 12311 ... SonSon

Bu Konu için Etiketler