CEPFORUM : Önemli Duyurudur. Türkçemize gereken değeri verin...

  1. #1
    CanTurK06 isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    CanTurK06 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : CanTürk
    Üyelik : 14 Kasım 2006
    Mesajlar : 135
    Standart Yazdı : Önemli Duyurudur. Türkçemize gereken değeri verin...
    İnsan hangi dilde konuşursa, o kimliği kazanır.


    Günümüzde toplumlar arasında , bilinen savaşlardan çok , kültürel faaliyetlerle maskelenen, iletişim yoluyla gerçekleşen , silah olarak basın-yayın ve bilgisayarların kullanıldığı ve hedef olarak sırayla dil, kültür ve milletlerin belirlendiği savaşlar uygulanmaktadır. Basın-yayın eksikliğinin söz

    Bugün, insan hakları, demokrasi, etnik kimlik, mozaik, kültür, kültürel haklar, ana dilde eğitim gibi söylemlerle “etnik-milliyetçilikler” oluşturulmak istenmekte ve bu yolla milli devletler tahrip edilmeye çalışılmaktadır. Buna karşın, küresel güçler tarafından, kendileri için, tek kültürlülük amaçlanmaktadır. Örneğin ABD’de son yıllarda İspanyolca konuşanların sayısındaki yoğun artış bazı grupların iki dille eğitim üzerinde ısrarla durmalarına yol açmıştır. The Disuniting of America (Amerika birliğinin çözülmesi, New York, W W. Norton, 1992 ) isimli eserinde bu konuya değinen Arthur M. Schelesinger, Jr. Bu duruma tepki göstererek böyle bir eğitimin bütünleşme yerine ayrılıkçılığa olanak verdiğini belirtmekte ; böyle bir durum İngilizce bilmeyen ,ikinci sınıf yurttaşlığa ve onların kentleşmelerine yol açar diyerek ABD gibi türdeş olmayan bir ulusta ortak dilin ulusal birlik için önemine işaret etmektedir.

    Çift milliyetle yaşayan ve yayılmacı ulusların çıkar alanı olagelmiş ülkeler uzun ömürlü olamazlar. Yaygın çift dillilik bir toplumu ileride çift milliyetli olmaya zorlayabilir. Çift dilliliği, buna bağlı olarak ortaya çıkacak çift milliyetliliği kabullenip , ülkesi ve milleti ile bölünmez bir bütün olmayı sürdürmek mümkün değildir.

    Bu açıdan bakıldığında ;

    Türkçe'ye ek olarak yeni bir dil yaratmak isteyenlerin amacı, birliği bozularak yeni bölünmelere tabi olmuş bir Türkiye Cumhuriyeti yaratmaktır. Bölücü güçler, dili ayrı bir toplumun kültürünün ayrılığını savunmanın zor olmadığını bildiklerinden dolayı, küreselleşmeyi mazeret olarak öne sürerek kendi dilini öğrenme ve öğretme, kendi dilinde eğitim ve kendi kültürünü yaşama özgürlüğü gibi dayatmaları ısrarla öne çıkarmaktadır.

    Bugün bir çok ülkede kabul edilmiştir ki bir dış kuvvetin, bir ülkenin doğrudan doğruya eğitimine el atması, kültürel antropoloji, sosyoloji, halk içinde anketler, nüfus kontrolü araştırmaları gibi çalışmalar yapması o ülkenin iç işlerine müdahale demektir.

    Ünlü Çin düşünürü Konfüçyüs’e “Bir ülkeyi yönetmeye sen görevli olsaydın yapacağın ilk iş ne olurdu.” diye sormuşlar. Cevabı çok net :

    “Hiç kuşkusuz dili gözden geçirmekle işe başlardım. Eğer dil kusurlu, özürlü olursa sözler düşünceyi iyi anlatamaz. Düşünce iyi anlatılamazsa, yapılması gereken şeyler dosdoğru yapılamaz. Ödevler gerektiği gibi yapılamazsa gelenek ve kültür bozulur.

    Gelenek ve kültür bozulursa yargı da yanlış yola sapar. Yargı yoldan çıkarsa şaşkınlığa düşen halk ne yapacağını, işin nereye varacağını bilemez. İşte bunun içindir ki hiçbir şey dil kadar önemli değildir.” diyerek, günümüze kadar doğruluğu defalarca kanıtlanmış olan bir ders vermiştir.

    Atatürk bütün hayatı boyunca her türlü yabancı ideolojiye, yabancı tahakkümüne, yabancı mandasına, yabancı uşaklığına, yabancıların ülke üzerinde söz sahibi olmalarına karşı çıkmıştır. Bunları “her gördüğü yerde anında tepelemeyi” temel prensip kabul etmiştir. Bu konudaki hoşgörüye vurdumduymazlığa hiç müsaade etmemiş , gençlerin ve halkın son derece duyarlı hareket etmesini tavsiye etmiştir.

    1931’de de bir vesile ile “Türk milletindenim diyen insan, her şeyden evvel ve mutlaka Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk kültürüne, topluluğuna bağlılığını iddia ederse buna inanmak doğru olmaz.” demek suretiyle önemli bir noktaya dikkatleri çekmiştir. Bugün gelinen noktada emperyalist güçler;

    Türkçe’nin bilim dili olmadığı düşüncesini, halka Türk dili ve kültürünün değersiz olduğu fikrini, gerçek kültürün Batı’da bulunduğu ve oraya uyulması gerektiği savını aşılamaya çalışmaktadırlar.

    Oysa; İnsanlar konuştukları dil ölçüsünde düşünür ve fikir üretirler. Dilini konuşamayan, geliştiremeyen toplumlar düşünemedikleri gibi başkalarının da kuklası olurlar ! Bu da milli hislerin körelmesine ve milletin dağılmasına neden olur.

    Bununla ilgili olarak Atatürk “Milli duygu ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli ve zengin olması, milli duyguların gelişmesinde başlıca etkendir. Ülkesini, bağımsızlığını korumasını bilen Türk milleti dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.” demiştir.


    29 Ekim 1930’da Türk Ocağında yaptığı konuşmada da “Türkiye hiçbir milleti taklit etmeyecektir. O sadece özleşecektir. “ diyerek Türk kültüründen ne kastettiğini şu sözlerle açıklamıştır, “Eski devrin boş inançlarından ve yaratılış niteliklerimizle hiç de ilgisi olmayan yabancı fikirlerden, doğudan ve batıdan gelebilen bütün etkilerden tamamen uzak, milli karakterimiz ve tarihimizle uyumlu kültürü kastediyorum.”

    Atatürk, izlenilmesi gereken yolu açıkça tarif etmiştir. Çeşitli vesilelerle yapmış olduğu konuşmalarda , milli kültür ve dil çalışmalarına asla ara verilmemesi gerektiğini belirtmiş, hatta son sözü “Dil çalışmalarını aksatmayın !” olmuştur. Kurmuş olduğu “Ulus Devlet”te milli beraberliğin sağlanması için milli kimliğin geliştirilmesi halka ve idarecilerine benimsetilmesi gereğini vurgulamış; bu yönde çalışmıştır. Tüm çabaları Türk milletini “çağın üzerine çıkarmak” amacıyla olmuştur. Hep bu ifadeyi kullanmıştır. Türkiye’nin ne Amerikalılaşmasını ne de Batılılaşmasını istemiş, milli karakterimiz ve tarihimizle uyumlu kültürümüze sahip çıkarak çalışmamızı istemiştir.

    27 Aralık 1949’da Türkiye ve ABD hükümetleri arasında “Eğitim Komisyonu” kurulması hakkında ikili anlaşma imzalanmıştır. O gün, Milli Eğitim Bakanlığı’nda 4 Türk, 4 Amerikalı 8 kişiden oluşan ve Türk milli eğitimine yön verecek olan bu heyet MEB’da bugüne kadar varlığını devam ettiregelmesi düşündürücüdür.

    1981 yılında da bu gerçeği dönemin Milli Eğitim Bakanı, 10’ncu Milli Eğitim Şurası’nı açış konuşmasında; ”Eğitim sistemimizin, değişik dönemlerde çeşitli Batı devlet veya sistemlerinin, tam etki ve kontrolü altında kaldığı, ülkemize yararlı olmaktan uzaklaştığı ve karmaşık bir eğitim düzeni doğduğu bir gerçektir.” demiştir.

    Gelişen dünyada Türkiye’nin saygın bir yer edinmesi ve çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmada yabancı dil bilen kuşakların yetiştirilmesi bir zorunluluk olarak görülmüş ancak zaman içerindeki uygulamalarda yabancı dil öğretimi hedefi yabancı dille eğitim şekline dönüşmüştür.

    Bugün ülkemizde bazı üniversitelerimizde tümüyle Fransızca, birçok üniversitemizde de tümüyle İngilizce öğretim yapmaktadır. Bunların da bilim adına yapıldığını söyleyen ve ne yazıktır ki buna inanan kitlenin miktarı da az değildir.

    Günümüzde ana sınıflarına kadar inmiş olan yabancı dil, özellikle İngilizce, uygulaması; Türk çocukları ve gençlerini birer ezberci konumuna sokmakta, kendi dillerini unutturmakta ve kendi kültürlerinden soğutmaktadır.

    Bunun sonucunda kendi dilinde düşünemeyen, her an dolaylı da olsa kendi dil ve kültürünün değersiz olduğu kendisine telkin edilen çocukta kimlik, benlik, haysiyet duyguları gelişememektedir.

    Kültürel gelişimin toplumsal gelişime, birlik ve beraberliğin sağlanmasına katkısı şöyle özetlenebilir :

    Kültürün özünü teşkil eden değerler değişmezler. Kültürel yapı içerisinde dil, örf ve adetler, yaşayış tarzı, sanat, inançlar, eğitim, tavır ve davranışlar, üretim ve tüketim şekli gibi pek çok husus vardır. Örneğin; dile yeni sözcükler eklenebilir ama söz ve imla yapıları değişmez; çocuk yetiştirirken, terbiye şekli değişir ancak verilen değerler aynıdır.

    Güçlü bir kültürün ana vasfı istikrar içinde asıl kimliğini koruyarak değişmesidir. Kültürel gelişmede esas temel, yeni yetişen nesildir. Gençler kendi değerlerinden ve tarihlerinden haberdar olmalıdırlar ki, neleri korumaları ve nelerden uzak durmaları gerektiğini bilsinler.

    İyi bir tarih eğitimi almış, kendi milletinin tarihteki başarılarını öğrenmiş genç nesiller, milletlerine güven duyarlar ve başka milletlere hayranlık beslemezler. “Sosyal aşağılık duygusu”na kapılmaz; kendileri olmakla gurur duyarlar.

    Türk Milleti’nin birer ferdi olarak gençler, tarihimizi incelemeleri sonucunda geçmişle günümüz arasında karşılaştırma ve değerlendirme yapabilirler. Bu değerlendirmelerden çıkarılacak dersler , olası pek çok hatadan toplumumuzu uzak tutacaktır. Aksi halde geçmişte yaşanmış hücum, yıkım ve faciaların yeniden tekrarlanması kaçınılmazdır.

    Tarih gerçek bir dosttur. Milletçe yaşamış ve halen yaşamakta olduğumuz hücumların belgeleri tarih sayfalarında açıkça görülebilmektedir. Bunlardan en çarpıcı örnek,

    Fener Rum Patrik’i Gregorius’un 1821 yılında Rus Çarı Aleksandr’a gönderdiği “Türkleri içeriden yıkmak için” yol gösterici mahiyetteki mektuptur. Bu mektubunda Gregorius, bir çok tavsiyede bulunduktan sonra şöyle demektedir:

    “Türkleri , maddeten ezmek ve yenmek mümkün değildir. Çünkü Türkler çok sabırlı ve mukâvemetli insanlardır...
    Türkler zekîdirler ve kendilerini müspet yolda sevk ve idâre edecek reislere sâhip oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gayet kanâatkârdırlar. Onların bütün meziyetleri, hattâ kahramanlık ve cesaret duyguları da ananelerine olan bağlılıklarından, ahlâklarının kuvvetinden gelmektedir.

    Türkler’ de evvelâ itâat duygusunu kırmak ve mânevi bağlarını yok etmek, dini güçlerini zayıflatmak gereklidir. Bunun da en kısa yolu, milli ve mânevi ananelerine uymayan dış kaynaklı fikirler ve davranışlara onları alıştırmaktır.

    Türkler, dış yardımı reddederler; haysiyet duyguları, buna mânîdir. Hatta, geçici bir süre için zâhirî kuvvet verse de, Türkleri dış yardıma alıştırmalıdır. Mâneviyâtları sarsıldığı gün, Türkleri kendilerinden şeklen çok kudretli, kalabalık ve hâkim kudretler önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve maddî vasıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkün olabilecektir.

    Bu sebeple Osmanlı Devleti’ni tasfiye için yalnız harp meydanındaki zaferler kafî değildir ve hattâ sadece bu yolda yürümek, Türkler’ in haysiyet ve onurunu tahrik edeceğinden hakikatleri anlamalarına sebep olabilir. Yapılacak olan, Türklere bir şey hissettirmeden bünyelerindeki bu tahribi tamamlamaktır.”

    Yaklaşık olarak iki yüz yıl önce konulmuş bu teşhisin doğruluğu tartışılmaz. O günlerden bu zamana dek , ülkemiz üzerine uygulanan her türlü oyunun temelinde bu taktik vardır. Bu ve buna benzer tarihi belge ve olayların en ince ayrıntısına kadar incelenerek genç kitlelerin aydınlatılması önemlidir.

    TÜRK DİLİNE VE KÜLTÜRÜNE YÖNELİK TEHDİTLER

    İslamiyet’in kabulüyle birlikte İslam kültürü, Türk kültürünün yanında yerini almıştır. Ancak İslam Akaidi ile alakası olmayan bazı alışkanlıklar ve Arap kültürü dini gereksinimlerin bir parçasıymış gibi gösterilmiştir. Bunun neticesinde , Selçuklu’nun ve Osmanlı’nın çeşitli dönemlerinden itibaren Türk kültüründen uzaklaşılmaya başlanmıştır.

    Tanzimat ve Islahat Fermanları ile Meşrutiyetin İlanı Batıya yönelmeyi hızlandırmış, Osmanlı İmparatorluğunun son zamanlarında ise kültür değişmeleri hızla, fakat serbest kontrolsüz olarak devam etmiştir.

    Batılılaşma dediğimiz hareket, Avrupa’nın taklidi şeklinde ortaya çıkmıştır. Önce ordu, sonra yönetim konusunda Avrupa’ya benzemek için çalışılmış, çeşitli kültür unsurları alınmış, mimariden giyime varıncaya kadar Batı yaşama tarzı benimsenmiştir. Ancak, Avrupa’yı yükselten bilim kurumlarının alınmasında ise aynı başarı ve ilerleme gösterilememiştir. Dolayısıyla Batı sadece taklit edilmekle yetinilmiştir.

    Osmanlı Türk toplumu Lale Devri’ne kadar Batı toplumlarından etkilenmemişti. Osmanlılar, günlük hayatlarında israf etmiyorlar, lükse ve gösterişe önem vermiyorlardı. Fakat, bu devirde İstanbul’da başlayan yeni anlayış, yavaş yavaş toplumun bütün kesimlerini etkilemişti. Batıdan ithal edilen eşya, yerli ürünlere tercih edilmiş, klasik dönemde hayır işlerine sarf edilen servetler, lüks yaşamaya ayrılmış, savurganlık saraydan çevreye hızla yayılmış, süslü köşkler, konaklar ve bahçelere büyük paralar sarf edilmiştir.

    Bu gelişmeler, Osmanlı Türk toplumunda ikilik yaratmıştır. Eski hayat tarzını benimseyenler alaturkacı, Batı üslubunu seçenler de alafrangacı diye isimlendirilmiştir. Çağın gelişmesine gereksiz olarak şiddetle direnenlerin yanında, Türk geleneklerini küçümseyen ve Batı’nın ne olduğunu bilmeden Batı’ya aşırı derecede özenen tipler ortaya çıkmıştır.

    Tarih kendisinden ders almasını bilmeyenler için tekerrürden ibarettir.

    Günümüzde yaşadığımız olaylara şöyle bir bakacak olursak, geçmişte dedelerimizin, atalarımızın yaşadıklarına şaşılacak derecede benzediğini görürüz. Oynanan oyunlar aynı; sadece oyuncular değişiyor . Senaryoların değişmediği bir sahnede , geçmişte yapılmış olan hataların tekrarlanmaması için oyunun iyi öğrenilmesi gereklidir. Bu da tarihimizin çok iyi bilinmesi ve bundan dersler çıkarılmasıyla olur. Büyük Atatürk 1930 yılında eğitim döneminin açılışında yaptığı konuşmada;

    “Efendiler; bir öğrenci tarihini asla unutmamalıdır ve ona tarihi unutturulmamalıdır. O öğrenci, şanlı tarihin bir sayfasını unuttuğu gün, memleket uçuruma yuvarlanıyor demektir.” diyerek önemi vurgulamıştır.

    Çağımızda ülkeler nadiren askerle işgal edilmektedir. Bunun yerine ülkelerin eğitim yapılarına girilmekte, gelişim ve yenilik hareketleri adı altında kültürel ve sosyal yapıları yozlaştırılmaya başlanmakta, tarihleri unutturulmakta ve yanlış yorumlarla gençliğe milli güveni kaybettirilmekte, kitle iletişim araçları yoluyla dil yapısı bozularak nesillerin arası açılmakta ve milli birliğin en önemli halkalarından olan dil unutturulmaktadır. Tüm bunların sonucunda da ülkenin kendisi tüm insan ve kaynaklarıyla birlikte, hiçbir direniş göstermeden sömürülmeye hazır hale gelmektedir.

    Bugün bütün dünyada bir Amerikanlaşma eğilimi vardır. Bu çerçevede bir küresel kültür oluşturulmak istenmektedir. Bilhassa Amerikan kültürü karşısında direnmenin imkansız olduğu kanaati, aynı zamanda böyle bir direncin gereksiz olduğu düşüncesiyle de birleşmekte ve bu noktada küreselleşme başlamaktadır. Başlangıç itibariyle mücadele psikolojiktir. Bunun da kendi içinde iki temel boyutu vardır.

    Birincisi, küreselleşmenin son derece masum içerikle sunulması ya da iktisadi amacına işaret edilerek asıl önemli olan kültürel boyutun yok sayılması, ikincisi ise bunun kaçınılmaz olduğudur. Bu masumiyet ve kaçınılmazlık çerçevesinde son nokta küreselleşmeye katılmayan toplumların medeniyet dışında kalacağı şeklinde konmaktadır .

    Ülkeyi kalkındırmak, kalkınmış başka bir ülkenin kültürel üst yapısını ya da yaşama biçimini uygulamaya koymak değildir. Emperyalizm, el koyduğu ülkeyi, ekonomik bakımdan azgelişmişlik düzeyinde tutmak zorundadır. Bu nedenle gelişmişliği, kendi kültür modelini ve yaşama biçimini kabul etmek diye tanımlamaktadır :

    Memleket istediği kadar bir hammadde deposu, bir mamul açık pazarı olarak kullanılsın, sömürülsün; halk sömürgeci ülkenin kültürünü benimsediği zaman sözde gelişmeye başlamış demektir. Aslında böylece o ülke aydınları bir yandan halklarına ve kültürlerine yabancılaştırılmakta, bir yandan da denetim altına alınmış olmaktadırlar.

    Türk Milletinin milli kültürünün gelişmesi ve bu ortak kültür etrafında birleşmesinin sağlanması, milli ekonomik çıkarların teminiyle de yakından ilişkilidir. Bu maksatla Türk ekonomisinin yabancı kaynaklı reçetelere göre düzenlenmesinden vazgeçmek lazımdır. Milli kültür çıkarlarını, milli ekonomik çıkarlardan ayırmanın imkanı yoktur . Yapılan ekonomik yardımların hepsi bir takım şartlar karşılığında verilmekte ve bu nedenle de milli değerler üzerinde istenilen oyunlar rahatça oynanabilmektedir. Yaratılan çıkar çevreleri de “Kraldan çok kralcı” bir tavır içinde bulunduklarından, ülke üzerinde oynanan oyunlarda rol almaktadırlar.

    Küresel kültür boş bir iddiadan ibarettir.

    Emperyalist güçlerin kendi kültürlerinin evrensel olduğunu iddia ederek bunu hangi düşüncelerle yaymaya çalıştıkları gün gibi açıktır. Kültürel yayılma , daha önce belirtildiği gibi eğitim ve dil ile sınırlardan girmektedir. Bunun örneklerini kendimize baktığımız zaman acı bir şekilde görmekteyiz. Gençlerimiz bir şekilde Türklük bilincinden uzaklaştırılmaya çalışılmaktadır. Tarih ve kültürümüz , dilimizle birlikte unutturulmaya çalışılmaktadır.

    Kültürel bozulma her alanda olduğu gibi dini duygular üzerinde de görülmektedir.

    Geçmişte Haçlı savaşlarıyla, Birinci Dünya Savaşıyla Türklerin karşısına dikilen Batı yayılmacılığı, bugün de iktisadi, ticari, siyasi ve kültürel hakimiyetini kurmaya çalışmaktadır.

    Doğu bilimci papaz S. Zewemer, Kudüs Cebelü’z-Zeytun’da yapılan misyonerler kongresinde şöyle demiştir:

    “Siz Müslümanların ülkesinde öyle bir nesil meydana getirdiniz ki, bu nesil, hem Allah’ı bilmiyor, hem de bilmek istemiyor. Müslüman’ı dininden çıkardınız, fakat Hıristiyanlığa sokmadınız. Böylece tam anlamıyla dilediğimiz gibi bir nesil meydana geldi.

    Büyük değerlere önem vermeyen, rahatlıktan ve tembellikten hoşlanan, bütün çabasını şehvet ve ihtiraslarına harcayan bir nesil vücuda getirdiniz. Öğrendiğini ihtirasları için öğrenen, malı aynı gaye için kazanan ve nihayet üstün bir makama yalnız ihtirasları için gelip oturan bir nesil.”

    Osmanlının son dönemlerinden itibaren giderek yoğunlaşmaya başlayan misyoner faaliyetleri yanında bazı meslek örgütleri ve yardım kuruluşları da kendilerini göstermişlerdir.

    Yabancı dille eğitim yapan misyoner mektepleri mezunlarının kitle iletişim araçlarına yerleşmesi ve Türk kültürünün yerine alafrangalığın tercih edilmesi sebebiyle ürkütücü bir yozlaşma başlamıştır. Bu yozlaşmanın ücra Anadolu kasabalarına kadar ulaşmasından, Türkçe’ye saygısı bulunmayan “Devşirme” denebilecek bazı sözde aydınların yabancılaşmayı özendirmesi kadar duyarsızlığımızın da tesiri vardır.

    Milli birliğimizin sağlanması için milli eğitimin Türkçe yapılması, basın ve yayın kuruluşlarının da buna özen göstermesi şarttır.


    Atatürk 1924’te, “Milli eğitimin ne demek olduğunu bilmekte hiçbir tereddüt kalmamalıdır. Bir de milli eğitim esas olduktan sonra onun lisanını, usulünü, vasıtalarını da milli yapmak zarureti münakaşa edilemez.” demiş,

    Yabancı dilli misyoner okullarına özenilmesin diye de 1932’de Türk Eğitim Derneği’ni (TED) ve onun özel okulu Yenişehir Lisesi’ni kurmuştu. Bütün dersler Türkçe idi. İlkokul 4ncü ve 5nci sınıflarda, sınıf geçmeyi etkilememek koşuluyla , haftada 8-10 saat takviyeli olarak İngilizce öğretilmekteydi. İşte bu gaye ile kurulan bir okula atılan İngiliz Amerikan çengeli neticesinde İngilizce, 1953’den sonra öğretim diline çevrildi. Okula da Ankara Koleji denilmiş,daha sonraki dönemlerde öğretim dili İngilizce olan üniversiteler de açılmıştır.

    2000 yılında basılmış “Dillerin Ölümü” isimli kitapta, bir dilin hayati tehlikeye girdiğini haber veren emarelerden, bir de yok olma yolunda geçirdiği üç aşamadan bahsediliyor :

    Birinci Evre : Yabancı hakim gücün dilinin konuşulması için ağır baskı vardır. Baskı tepeden aşağı teşvikler ve devletin kanunları yoluyla; aşağıdan yukarı halkta özenti ve moda yaratılarak olmaktadır.

    İkinci Evre : Çift dilli dönemdir. Ulusal dilin kullanım alanı azalmaktadır. Eğitim her düzeyde yabancı dilden yapılmaya başlanmış, her kesimden insanlar işi gücü bırakıp yabancı dili öğrenme yokuşuna sürülmüştür. Meslek, bilim yerine hiç gereği olmayan yerlerde bile herkes yabancı dil sınavına girmekle meşguldür.

    Üçüncü Evre : Gençler artık yabancı dili ulusal dilden daha iyi bilir hale gelmişler, eski dili kullanmaktan utanır olmuşlardır. Velilerle çocuklar kendi dillerinde konuşamaz duruma gelmiş; çocuklar velilerini eski dili biliyor diye geri kafalı yaftasıyla küçümsemektedirler. Bir nesil hatta bir on yıl sonra çift dillilik de kalmamış; ulusal dilin yerini yabancının dili almıştır.

    İkinci evrede ulusal dili kurtarmak hala mümkündür. Ancak bu evre çok tehlikelidir ; çift dillilikten ulusal dilin yok olmasına geçiş, kimse farkına varmadan oluveriyor. Çünkü ikinci evrede halk, kamuoyu, üçüncü evrenin kapının hemen arkasında beklediğini bilmemekte ve kayıtsızdır. İkinci evrede tehlike zilleri çalmaya başlamıştır.

    Ülkemizde, özellikle 1950’lerden sonra görülen büyük yanlışlardan biri, yabancı dil öğretimi ile yabancı dille öğretimin birbirine karıştırılmasıdır. Ülkemizde özellikle son zamanlarda düşülen önemli bir yanılgı, yabancı dilin araç değil amaç olarak görülmesidir. İşte bu nedenle, yabancı dille öğretim yapan okulların ve üniversitelerin sayısı hızla artmaktadır. Oysa yabancı dil amaç değil araçtır. İşin düşündürücü yanı da, yabancı dille öğretim yapan kurumlarda okuyan Türk çocuklarının Türkçe’yi ihmal etmeleri, giderek unutmaları, özellikle yazılı anlatım yetersizlikleri içine düşmeleri ve kendi dillerini küçümseyip hor görmeleridir. İşte en büyük tehlike de burada yatıyor. Ana dilinin yetersiz olduğu inancı ile yetiştirilen bir genç, kendi diline ve kültürüne nasıl saygı duyacaktır?

    Sinema ve televizyonun etkisi diğer kitle iletişim araçlarının etkisiyle ölçülemeyecek kadar fazladır. Sinema seyircisinin yaklaşık olarak %80 ini 15-30 yaş grubu, ayrıca tüm seyircilerin %46 sının öğrenci olması sinemanın psikolojik harekat açısından önemini göstermektedir. Türkiye de gösterime giren filmlerin %8 i yerlidir(2004 yılı itibariyla). Egemen güçler sinema yolu ile kültür transferi yapmak istemektedirler. ABD de 50 dakika oynayan bir film diğer ülkelerde 60-70 dakika olabilmektedir. Bunun sebebi şiddet ve benzeri sahnelerin ABD sinemalarında ayıklanmasıdır.

    Türkiye’yi tanıtmak adına düzeltilmesi güç hatalar yapılmış ve yapılmaktadır. 1950’lerden başlanarak önce hükümetler marifetiyle, sonraları kandırılmış ve “turistlerden kolay yoldan para kazanırım” boş hayaline kapılmış halkın da desteği ve tasvibi ile 1000 yıllık Türk yer isimleri yabancı (Roma ve sözde eski Yunan) adlara dönüştürülmüştür.

    Üstelik bir çok esnaf, dükkan adlarını yine yabancılara şirin görüneceklerini sanarak İngilizce’den bozma adlara çevirmişlerdir.

    Dünyaca ünlü bilimadamımız Oktay SİNANOĞLU “Her bireysel ya da toplumsal bozulma, kendini her şeyden önce dilde gösterir; bireysel ya da toplumsal çözülüşün ilk belirtileri dilsel değerlerde baş gösterir” diyor . Şimdiki durumumuza bakalım. Öğretim dili İngilizce mi? Türk parasının yerine yabancı paraları mı koyduk? Değerler değişti mi? Tüketim kültürü ile mi yoğrulduk ? Sanat ve bilimden uzaklaştık mı ? Birkaç yüz sözcükle mi konuşuyoruz ? Dilimizden ve kimliğimizden uzaklaşıyor muyuz?" demektedir. Çözülme olup olmadığı bu soruların yanıtındadır.

    Yabancı kültürlerin kültürümüz üzerindeki olumsuz etkisi en başta dil olmak üzere beslenme alışkanlıklarımız, giyimimiz, müziğimiz gibi pek çok alanda etkisini göstermektedir. Yapılan araştırmalar lise mezunu ortalama bir Türk gencinin yaklaşık sadece 600 kelime ile anlaşmaya çalıştığı gerçeğini ortaya koymaktadır (Ki bence bu da son derece abartılı bir rakam günlük yaşantıda bir lise öğrencisi ortalama bir vatandaşımız 100 kelime ile yetinmektedir kanısındayım). Bu kelimelerin büyükçe bölümü de yabancı sözcüklerden oluşmaktadır. Hamburger-Kola bileşimi yaygın bir hal almıştır. Kendi müziğimiz bir kenara atılmış, Amerikan-İngiliz tarzı çılgın gürültüler yeni akımı oluşturmuştur. Giyim tamamen markacılığa dönmüştür. Beslenme alışkanlığımızla birlikte sosyal yaşantımız, ilişkilerimiz, aşk hayatımız da "fast food" olmuş.

    Amerikan Merkezi Haber Alma Örgütü (CIA) eski Ortadoğu sorumlusu ve ABD Ulusal İstihbarat Konseyi Başkan Yardımcısı Graham Fullerin basında çıkan 26 Şubat 1990’da söylediği şu sözleri bir anımsayalım: “Kemalizm bitti... Ama kendisine entelektüel güven duyan Türkiye İslam’ın günlük yaşamdaki yerini yeniden düşünebilmelidir... Türkiye, Demokrasi ile İslam’ı bir arada yaşatacak formül bulunursa İran ve Arap dünyasına olağanüstü büyük bir entelektüel öncülük etmiş olacak.” Stratejik müttefiğimiz bizi ne çok seviyor değil mi?

    Bugün bu formül üzerimizde safha safha uygulanmakta, Türk halkının zihni ise önemsiz konularla uyuşturulmaktadır. Bu, verilebilecek sonsuz örneklerden yalnızca biridir. Kendimiz birkaç yüz sözcükle, çoğu da yabancı olmak üzere, anlaşmaya, kendimizden nefret etmeye, yabancılara her halde hayranlık beslemeye ve onlara itaate öylesine alışmışız ki; senelerce konservatuar eğitimi almış, Türkçe’yi güzel konuşan tiyatro sanatçılarımıza rağbet etmiyor, sadece Amerikalı olmasının yarattığı ilgiyle sıradan bir adamın sahne gösterisini kaçırmıyoruz.

    10 Ocak 2004 tarihli Milliyet gazetesinde “Çat Pat Türkçe’yle Stand Up Yapıyor” başlığıyla çıkan yazı aynen şöyledir: “Türkiye serüvenine 1995’te İngilizce öğretmenliği yaparak başlayan Mark PETROVİÇ İTÜ’de öğretim üyeliğinin ardından, bir yıldır da Taksim’deki değişik mekanlarda “stand up” gösterilere çıkıyor. Kuledibi’ndeki bir kafede “çat pat biliyorum” dediği Türkçe’siyle yaptığı gösterisinde izleyenleri şaşırtan PETROVİÇ, oturduğu mahallenin muhtarı sayesinde oyunculuğa da adım atmış.”

    Şimdi akla hemen şöyle bir soru geliyor: Acaba bir Türk, Mark PETROVİÇ’in bildiği Türkçe kadar İngilizce ile Amerika’da her hangi bir yerde böyle bir sahne gösterisine çıkabilir mi ? Kesinlikle hayır ! O halde Türkiye’deki izleyici kitlesi ile Amerika’daki izleyici kitlesi arasında ne fark olabilir ? Bunun yanıtını hepimiz biliyoruz. Ancak bu hastalığı yenmek için yeterli mücadeleyi göstermiyoruz.

    Diğer yandan tek dil ilkesinden adım adım vazgeçilen Türkiye’de dil ve lehçe özgürlüğüne kavuşan farklı etnik kesimlerin dil ve lehçelerini araştırma, zenginliğini ortaya koyma, koruma ve geliştirme talepleri de arka arkaya gelecektir. Türkiye bir cumhuriyettir. Türkiye bir ulus devlettir. Cumhuriyet kendini bütüne, kamu yararına adar. Ulusal birliği sağlamada çok önemli bir işlevi olan dil konusu da vardır. Yerel dillerde eğitim ayrılıkçılığı güçlendirir. Oysa Cumhuriyet olgusunun mantığı ve özü birleştirici olmaktır, toplumun farklı öğelerini birleştirmektir. Bu nedenle, Cumhuriyetin ulusal dili olur. O da Türkçe’dir.

    1960’lı yıllarda Fransız lider De Gaulle Ankara’yı ziyaret ettiğinde kentin o zaman ki belediye başkanı “ Brifing” vermiş. Ankara Belediyesi’nin hizmetlerini anlatırken şöyle konuşmuş :
    “- Ankara’nın kanalizasyon problemi tamamlandı. Ankara’da belediye hizmetleri komple ve koordinasyon içinde.”

    Yanı başında bekleyen çevirmen belediye başkanının konuşmasını De Gaulle’e aktarmaya kalkınca Fransız devlet adamı müdahale etmiş :
    “- Sakın tercüme etmeyin, galiba ben Türkçe biliyorum ! Belediye başkanının söylediği her şeyi anladım.” , demiş.

    Bir dil bilimcimiz, “Türkçe’mizdeki kirlenme ve buna yol açan etkenler” başlıklı yazısında toplumumuzu şöyle eleştirmektedir :

    “...şimdikiler de İngilizce sözcüklere dadanıyorlar. Onların söylemiyle belirteyim, böyle davranmaktan “anlatılmaz bir keyif alıyorlar” . Öyle ki bu kişiler sevinçlerini bile “süper”, şaşma ya da hayretlerini “wow” diyerek anlatıyorlar. Hafta sonu geçirmek için değil “weekend geçirmek” için “The Marmara Hotele”e gidiyor ; orada içki içmiyor, “drink alıyor”lar.


    Canları isterse”Mydonose Productions”ın ürünü olan “Sultan’s of the Dance”ı izlemeye gidiyorlar. Sağlık denetimi amacıyla hastaneye değil, “check-up” yaptırmak için “Enternational Hospital”e başvuruyorlar. “Fast food” veren dükkanlara arada bir uğruyor ; çoğu “apple”, “pink”, “first” gibi acayip adlar taşıyan “shop-hous ya da shop-center”lerden alışveriş yapıyorlar. Birbirleriyle söyleşip dertleşirken “kaos”, “kritik”, depresyon”, “animasyon”, “ajitasyon”, “optimist”, “pesimist”,... türünden sözcükleri kullanmayı ayırıcı ve belirleyici özellik sayıyorlar...” .

    Gençlerin değer yargılarında meydana gelen değişiklikler, kültürel alanda da varlığını belli etmektedir.

    Televizyon ekranları önünde hemen her türlü ahlaksızlık yapılarak bunun adına düzeyli ilişki denmektedir. Gençlerin saygı göstermesi gereken Türk gelenek ve görenekleri unutturulmaya çalışılmaktadır.

    Bize tamamen yabancı olan Holiganlık, Satanizm, uyuşturucu, düzeyli ilişki, Fast-Food, Hiphop, ve sair kavramlar Türk töresini, ahlakını, hayat biçimini, ve milletin manevi temellerini olumsuz etkilemektedir. Bir futbol takımının taraftarlığından çok şiddet esasına dayalı “Holiganlık” taşla, sopayla, silahla kitleleri birbirine düşürmektedir. Büyük maçlarda hemen hemen seyirci sayısı kadar da emniyet mensubu görev almaktadır. Dün bir arkadaşımız yazdı yine bu forumda. Sanırım Galatasaray Fenerbahçe maçından sonra tuttukları takımın formasını giymiş br çocuklu aile karşılarına gelen fanatikler tarafından rahatsız edilmiş hatta annenin formasını çekiştirmişler. Düşünebiliyor musunuz benim ülkemde olan olayı ? Mahallenin namusunu gözeten "abiler" dönemi nerede bu gün neredeyiz?

    Lise çağındaki Türk çocukları, milletimizin kilometrelerce uzağında olan Şeytan’a Tapınma fikri ile kan dökmekte ve hatta intihar etmektedir. Uyuşturucu bağımlılığı hiçbir yaş grubu için Türk milletinde yer almaması gerekirken, 12 yaşındaki çocuklara kadar inmiştir.

    Bugün “MC Donalds”’dan yiyen,”LEVI’S”dan giyinen, göğsünde Amerikan , İngiliz bayrağı taşımaktan rahatsız olmayan garip traşlı ya da berberin önünden dahi geçmeyen bir gençlik türetildi.

    Bu gençlerin giydikleri tişörtlerin üzerinde yazılanlar (Sing, swing and dance all night (Bütün gece şarkı söyle, dans et ),Kiss Me (öp beni), Revenge (intikam), Bloodly (kanlı), Kill’em all (Hepsini gebert), Punisher (cezacı), Kingdom (Krallık) (Krallık ne demek? Neyi temsil eder? haberi bile yok gencimin) yayılma hevesindeki güçlerin nasıl bir insan tipi yetiştirmek istedikleri hakkında ip ucu vermektedir .

    Gençlerin üzerindeki üstleri İngilizce yazılı , çoğu açık saçık , korkunç anlamlı hatta bayraklı bu gömlekler önemli birer beyin yıkama aracıdırlar . Bunu giyen kişi öncelikle kendisi etki altında kalmaktadır. Anlamını biliyorsa, üzerindeki yazı yavaş yavaş yaşam felsefesi halini almaya başlamaktadır. Çünkü bir fikri telkin etmenin bin türlü şekli vardır ; dolaşık yoldan söylemek çoğu kez açıkça söylemekten daha tesirlidir. Bunun yanında kişi, taşınan sözlerin anlamını bilmiyorsa da bu davranış içindeki yabancı hayranlığını beslemektedir.

    Taşınan bayraklar ise acıdır ki , bireyin o ülke tarafından zihnen fethedilmiş bir kale olduğunun açık ilanıdır.

    Türkçe’yi “banal” bulup İngilizce konuşmak, iki sözün arasına yabancı bir sözcük sıkıştırmak o da olmazsa hem Türkçe’sini hem İngilizce’sini bozup çorba haline getirilmiş bir dille meramını anlatmaya çalışmak moda oldu : Batı, Bosna karşısında start alırken bir sanatçı klip çekimleri için start vermeye başladı. Kaç yıllık sanatçılar “The Best of...” albümleri çıkarmaya, TRT sunucuları “Cumulative” anlamda puan artışından söz etmeye başladılar. Tanınmış sanatçılardan biri, çocuğuna ne kadar ilgi gösterdiğini belirtmek için “bütün full konsantremi çocuğuma veriyorum” gibi sözler etmeye başladı. Haydi bakalım playlıyoruz dedi sunucular. Birileri stand up yaptı, başka birileri asiste etti, recortlara geçsin diye specifique konular konuşuldu. Bu da yetmiyor; Türkçe İngilizce karışımı sözler ve sözcükler oluşturuluyor “dokun-matik” çamaşır makinelerini kimse yadırgamayınca, arkadan “anti-leke” sistemi , “şaka-matik” , “eko-paket” geldi . “Baby on board”la arabadaki bebeğin ana-babasının İngilizce bilen kültürlü kişiler olduğu duyurulmak istendi. “Love” göğüs yazılı gömlek giyen bir genç kız yadırganmazken, bunun yerine Türkçe “Sevgi” ya da “Aşk” kelimelerini üzerinde bulunduran diğer bir genç kıza başka gözle bakıldı.

    Radyo, TV ve sinema gibi kitle iletişim araçlarından yararlanan insanların değişik kültürlerden etkilenmesi kaçınılmazdır.

    Bugünkü manzara hiç sağlıklı değil; izlenme oranı pahasına en ciddi haber programları ve haberler giderek magazinleşmekte, ciddi siyaset ikinci plana atılmakta, belgesellere hiçbir şekilde yer verilmemekte, izlenme oranının artırılması için yapımı hafifletme çabasına girilmektedir. Sayısız özel kanalın yöneticileri arasında bulunan o aklı başında insanlar bile, izlenme uğruna olmadık işler yapar, olmadık programlar hazırlar, inanılmaz adilikleri, toplumu yaralayan, toplumun zevkini, sağlığını ve dengesini bozan ucuzluk ve zırvalıkları arka arkaya dizer hale gelmişlerdir.

    Özel radyo ve televizyon kanallarının getirdikleri düzeysiz yayın uygulamaları, içeriği boş konuşma ve tartışma programları, seviyesiz sunucu şovları, yanlış kullanılan Türk dili ve taraflı haber yayınları gerçekte demokratik yapılanmayı desteklemekten ziyade toplumu pasifleştirmektedir. Her gün yeni bir yarışma ! programı ile gençler uyuşturulmaktadır. Kimin eli kimin cebinde belli olmayan bir evde kameralar karşısında yaşadılar, adinin adisi sorularla birbirlerini tanımaya çalışıyarlar, en güzel kız olamaya çalışan erkekler.....Bu ne yahu nerede yaşıyoruz? Nereden geldi? Neden artık bütün bunlar herkese normal gelmeye başladı?

    Son zamanlarda şarkı sözleri de değişmiştir. Topluma mesaj veren, insanda hoş duygular uyandıran sözler yerine bir çoğu bozuk bir Türkçe ile oluşturulmuş slogan haline getirilmiş sözlerden oluşmaktadır

    (“Şappur şuppur beni öp, çıttır çıttır beni ye!” , “Çeksene elini, kırcan mı belimi ?”,”Havam yerinde alaturka oldum.”, “Napcaz şimdi, yatcaz şimdi.” ) . İğrenç değil mi?

    Televizyonlar başta olmak üzere medya kuruluşlarının Türk milli yapısına uymayan yayınları nedeniyle bozulan toplumumuzda ahlaki bir çöküntü yaşanıyor. Katılımcılarına televizyon yıldızı olmayı vaat eden yarışmalardan, genç kız ve erkekleri evlendirmek için bütün hayatlarını gözler önüne seren programlar kadar Türk aile yapısına uymayan yayınlar mutaassıp kabul edilen televizyon kanallarını dahi sarmış durumdadır .

    Televizyon ekranlarını saldırganlık, cinsellik, dehşet ve kan süslemektedir ! İzleyici hesaplarında kıstas alınan kesim , toplumsal , kültürel ve maddi açılardan en düşük, en cahil kesimlerdir. Çünkü en büyük tüketici pazarını bunlar oluşturmaktadırlar. Her şey ekonomi merkezli olmuştur.

    "Köşeyi dön de nasıl dönersen dön" diyen bir zihniyet dimağlara pompalanmış; dürüstçe ticaret yapmak, vergisini ödemek enayilik hâline gelmiştir. O zaman bu ikinci nesilden bir kısmı kolayca kötü yola düşmektedir. Yasadışı işlere bulaşmak, ideolojik veya dinsel örgütlere karışmak veya etnik terörün oyununa gelmek! Bizim basın-yayın unsurlarımızın önemli bir kesimi de bu grupları kıstas alarak yayın yapmaktadır.

    Türk kültürünün her gün biraz daha eritilmeye çalışıldığı toplumumuzda, televole anlayışı giderek yaygınlaşırken, ne maksada hizmet ettiği belli olmayan bir takım dizilerde ise feodal yapılar ve bölgecilik kavramları öne çıkarılmaktadır. Türk örf ve adetleri her geçen gün biraz daha aşınmaktadır. Türkiye’nin geleceği olan gençlerin içinde bulundukları durum endişe vericidir. Evlilik dışı birlikteliklerin televole kültürünün etkisiyle gittikçe normal karşılandığı günümüzde, aile ortamından uzak bir şekilde doğan bu çocukların geleceği ayrı bir sorun olarak toplumun önüne çıkıyor. Toplumsal değerlerin hiçe sayıldığı ve her şeyin sadece para kazanmak ve lüks yaşamak olarak ortaya çıkarıldığı bu programlar, aynı zamanda ahlak anlayışını da bitirmektedir .

    Kitle iletişim araçlarının kullanılmasıyla toplumu inanılmaz bir etki altında tutan bilgisayar ağı ve basın-yayın kuruluşları , kendi düşünceleri ya da güdümünde oldukları kişiler, gruplar veya ülkenin belirlemiş olduğu yayın siyaseti doğrultusunda , hedef kitlenin kültürel yapısı, gelenek ve görenekleri , dili ve diğer toplumsal değerleri üzerinde diledikleri gibi oynamaktadırlar. Sahip çıkma konusuna gelince, yeteri kadar kanun olmasa da olanların da işlemediği açıktır. Bugün , Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) basına yönelik haklı olarak almış olduğu ceza kararlarında hemen tepki görmektedir. Türkiye’nin önde gelen ulusal televizyon kanallarından pek çoğu, televizyonun en çok izlendiği saatlerde bir takım eğlence programları göstermektedir. Bunların sunumu ise bazı kanallarda, cinsiyeti konusunda şüpheye düşülen kişilerce yapılmaktadır.

    Büyükleriyle beraber bu programları izlemek zorunda kalan çocuklar, bu kişilerin hareketlerinden, kullandıkları dilden etkilenmektedir. Devamını açıklamaya gerek yoktur. Bugüne kadar hiçbir aile örgütü bunu kınayan bir yazı yayınlamamıştır. Bilimden , kültürel çalışmalardan ve Türk dilinden giderek uzaklaşılmakta; Türk Milleti’nin aklını kullanmaması için zihinler sürekli meşgul edilmektedir.

    TÜRK KÜLTÜRÜ VE TÜRK DİLİNDEKİ BOZULMAYA KARŞI ALINMASI GEREKEN TEDBİRLER

    Hanımefendiler, Beyefendiler;

    Şu ana kadar başta dil emperyalizmi olmak üzere küresel kültür ihracı çalışmalarının ülkemiz ve insanımız üzerindeki yansımalarından ve zararlarından bahsettik. Kültürel bozulmanın etkilerinden kurtulma yolundaki muhtemel çözüm yollarını arz ederek bu yazıyı bitirmek istiyorum

    Dile sahip çıkma konusundaki uygulamalarıyla örnek alınabilecek bir ülke olan Fransa’da İngilizce’nin istilasıyla telaşa kapılan Fransız parlamentosu 1994’te Fransız dilinin kullanımına ilişkin bir yasa çıkarmıştır. Bu yasadan bazı hükümler şunlardır:

    1. Anayasa’da Cumhuriyet’in dili olarak kabul edilmiş olan Fransız dili Fransa’nın kimliğini ve ata mirasını belirten en önemli unsurdur.

    2. Eğitim, çalışma, kamusal ilişkiler ve hizmetler için kullanılacak dil Fransızca’dır.

    3. Bir malın, ürünün ya da hizmetin adında, sunuluşunda, tanıtılmasında, kullanma ya da yararlanma kitapçığında...Fransız dilinin kullanılması zorunludur.

    4. Yazılı, sözlü ya da görsel ve işitsel her türlü reklam ve tanıtım için de aynı hükümler uygulanır. Kamu hukuku tüzel kişilerinin veya kamu hizmeti gören özel kişilerin taraf olduğu sözleşmeler, konu ve biçimleri ne olursa olsun Fransızca yazılır. Bu sözleşmelerde, eğer aynı anlamda Fransızca karşılığı bulunuyorsa yabancı dilde bir deyime ya da kelimeye yer verilmez.

    Kanunların işlemesi , halkın bu kuralları benimsemesine ya da bu kanunların halkın talebi sonucu oluşmuş olmasına bağlıdır. Fransızların dilleri konularında gösterdikleri hassasiyet daha eskilere dayanmaktadır.

    Peyami Safa’nın Paris’teki anılarından biri şöyledir :

    “Yaşlı bir Paris’li hanımefendi, içinde bulundukları otobüsü ansızın ve durak dışı durdurup inerken sürücüye beklemesini buyururcasına tembihlemiş ve inmiş ; hemen önünde durduğu dükkanın sahibini içerden çağırıp dışarıya çıkartmış, dükkan tabelasındaki Fransızca yanlışını göstererek buna kimsenin hakkı olmadığını, Fransız dilinin hiçbir saygısızlığa tahammül edemeyeceğini anlatmış, yarına kadar doğrusu ve düzgünü yazılmaz ise Fransız diline saygısızlıktan dava açacağını bildirmiş. Otobüs sürücüsü yolcularla birlikte, otobüse geri dönen hanımefendiyi alkışlamış.”

    Benim insanımın bu Fransız'ın miliyetçilik duygularından eksik yanı mı var? Benim insanım ülkesini ortalama bir Fransız'dan daha mı az sever?

    Tarih kendinden ders alınsaydı tekerrür mü ederdi ?

    Türk tarihine bakıldığında, kendi benliğini koruyamadığı, çıkar çatışmalarına yöneldiği ve Türk kültüründen uzaklaştığı için yıkılan 16 devlet görülmektedir. 17nci kez kurulan bir Türk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin de yıkılan 17nci Türk devleti olmaması için geçmişte yaşananlardan ders alıp bunları uygulamaya geçirmek şarttır.

    Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde ; siyasi, ekonomik ve askeri bunalımların yanında belki de bunlardan daha tehlikeli olarak ortaya çıkan kültürel bunalım, yıkılışı hızlandırmıştır. Türk kültüründen çok dini birliği esas alan Osmanlı kültürü yaşatılmak istenmiş, ancak yayılmacı devletlerin çabaları sonucu Osmanlı kültürünün bel bağladığı kitleler birer birer kendi milliyetlerini ve kültürel yapılarını oluşturarak ayrılmışlardır.

    Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulmasıyla birlikte Atatürk, Türk Milleti’nin kültürel varlığını geliştirmek için bir yol belirlemiş ve vefatına kadar olan dönemde bu yolda gidilmiştir.

    Ulu Önder’in aramızdan ayrılmasıyla birlikte, bazı konularda (ekonomik, askeri, siyasi, toplumsal) olduğu gibi kültür ve eğitimle ilgili politikalarda da hatalar yapılmıştır. O zamandan günümüze uzayan hatalar zincirine bugün yeni halkalar eklenmektedir. Günümüzde, ulusal kimliğimizle bizi biz yapan ne varsa, birbiri ardına hepsinden vazgeçmekten hiç de tedirgin olmayan bir toplum haline geldik. Kültür politikaları uzun zamandır, Batı dünyası karşısında kendini zayıf gören ve aşağılık kompleksine yakalanmış sözde aydın ve politikacıların elinde belirmektedir.

    Türk Milleti’nin ana unsurlarından biri olan Türk Kültüründe ise Türk Dili bir hayat kanıdır. Her ne olursa olsun , Türk olduğunu söyleyen ve Türk gibi yaşamak isteyen herkes Türkçe konuşmalı ve dilini korumalıdır. Kan kaybedilirse can da gider. Bu nedenle, “Önce Türkçe ! ” sloganı kafalara ve gönüllere yerleştirilmeli, herkesi güzel Türkçe öğrenmeye ve kullanmaya özendirmeliyiz. Özellikle aydın kesim, yabancı hayranlığı ile yabancı sözcük düşkünlüğünden kurtarılmalıdır.

    “Türk Dilinin Kullanılmasına İlişkin Kanun” tasarısı, dil-anlatım ve konuya yaklaşım bakımından gerekli düzeltme ve düzenlemeler de yapılarak bir an önce yasalaşmalıdır. 1930’lardan 1980’lere kadar yürürlükte olan 5237 sayılı Belediye Gelirleri Kanunu’nun 21. maddesi, çeşitli işyerlerinin kapılarına asılacak levha ve tabelaların Türkçe olmasını şart koşuyordu. Bu yasanın uygulamadan kaldırılmış olması ve değişen şartlar durumu tersine çevirmiştir. Adı geçen yasaya yeniden işlerlik kazandırılması uygun olacaktır . Belediyeler, sorumlu kuruluşlar, iş yeri ya da dükkanları güzel Türkçe isimler koymaya teşvik etmelidirler . Ülkemizin mağazalarının, kuruluşlarının, sokak ve cadde adlarının Türkçe olması ve Türk alfabesiyle yazılması esas olmalıdır. Buna rağmen aşağılık duygusu veya Türk diline gizli düşmanlıktan kurtulamayanların ruhsatları verilmemeli veya yenilenmemelidir.

    Basın yayında dergi, gazete, televizyon, radyo isimlerinin Türkçe olması için benzer önlemler alınmalıdır.

    Bu tehlikeli gidiş karşısında, edebi dilin ve konuşma dilimizin daha fazla yozlaşmaması için “temiz dil seferberliği” başlatmalıyız. Özellikle yiyecek, giyecek ve eğitim-öğretimle ilgili kırtasiye malzemelerinin üzerine yabancı kelimelerin yazılması yasaklanmalıdır .

    Çocuklarımıza da Türkçe ad vermeliyiz. Türkçe ad çocuklarımız için Türklük bilincinin ilk adımı olacaktır.

    Çok kolay olmamakla birlikte dil gümrüğü uygulamasına bir an önce geçilmeli, baskın dile/dillere karşı koyabilmek için sözcük ve terim üretimine yeterince önem verilmeli, çeşitli dallardan uzmanları da devreye sokarak bu konuda yoğun çalışmalar yapılmalıdır.

    Üniversitelerde çeşitli bilim dallarındaki terimlerin Türkçeleştirilmesi ve bütün üniversitelerde ortak terimlerle öğretim yapılması, Türkçe terimlerle bilimsel çalışma yapmak anlamına gelir ki, bunun mutlaka gerçekleştirilmesi lazımdır.

    Türkçe konuşan ülkelerdeki yazar ve aydınların bir araya gelerek mevcut sorunları daha etkin görüşmesi gerekmektedir. Türkçe konuşan ülkeler ortak dil oluşturmalıdır.

    Eğitimin Türkçe yapılması şarttır.

    Bugün memnuniyetle gördüğümüz bir olgu da üniversitelerimizdeki bir grup öğrencinin kendi aralarında aldıkları : - üzerinde yabancı dilde yazılar olan giysiler almayalım... Adı yabancı olan yerlerde yemek yemeyelim... kararı ve yine bir kısmının Türkçe topluluğu kurmalarıdır.

    Bir takım küresel güçler; halkları , kültürel ve manevi değerlerini yok ederek önce siyasi varlıklarından, sonra birbirlerinden, daha sonra da tarihlerinden ayırmaya çalışmaktadırlar. Ulusu oluşturan her bir bireyi ve aileyi birbirlerine bağlayan bağları , küreselleşme bahanesiyle kopartarak bunları amaçsız birer saman çöpü haline getirmek istemektedirler. İşte bu amaçlarına ulaşabilmeleri için, bireylerin sahip oldukları kültürel farklılıkların önemsizleştirilmesi ; mümkünse ortadan kaldırılması gereklidir.

    Millet olarak yaşayabilen toplumlar, kendi öz değerleri olan tarih, kültür, dil, gelenek ve göreneklerine sımsıkı sarılan, maddi kaynakları sömürülse dahi manevi değerlerini koruyabilen kitlelerdir.

    Çünkü en korkunç sömürgecilik beyinlerin, zihinlerin, gönüllerin sömürge olmasıdır. Maddi kaynak, hatta topraklar geri alınabilir, ama gönüller beyinler gittikten sonra o ülkeler ilelebet sömürge olurlar. Bazen bir millet topraklarını bile kaybedebilir. Ama kendi kültürü, kendi kimliği, kendi dili kalırsa, tarih bilinci kalırsa tekrar devletine sahip olur. Böyle bir güce sahip olabilmek ve tarih sahnesinde anı değil canlı olarak yer alabilmek ancak “millet” olarak kalabilmekle mümkündür.
    Geleceği çok önceden gören Atatürk bütün olası tehlikelere karşı bizleri Mart 1922’de uyarmıştır:


    “Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize görecekleri eğitimin seviyesi ne olursa olsun, en evvel ve her şeyden evvel Türkiye’nin istiklaline, kendi benliğine milli geleneklerine düşman olan unsurlarla mücadele etmek lüzumu öğretilmelidir. Beynelmilel vaziyete göre, böyle bir savaşın gerektirdiği ruhi unsurlara sahip olmayan fertlere ve bu fertlerden oluşan toplumlara hayat ve istikbal yoktur.”

    Yine büyük Atatürk, “Milli duygu ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli ve zengin olması, milli duyguların gelişmesinde başlıca etkendir. Ülkesini, bağımsızlığını korumasını bilen Türk milleti dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.” diyerek Türk Milleti’ne bir görev vermiş, arkasından şu sözüyle de düşüncelerini belirtmiştir:

    “Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti bundan sonraki inkişafı ile atinin yüksek medeniyet ufkundan yeni bir güneş gibi doğacaktır. “

    Evet efendim, yazımızın sonuna geldik. Türk Milleti bir yol kavşağına gelmiştir. Ya birilerinin bir tarihte söylediği gibi "Küçük Amerika" olacağız, benliğinden uzak ve tarihinden kopuk , ya da küresel güç olabileceğinin farkında, benlikten bizliğe terfi etmiş,
    Türklük bilincini yaşantısının her adımına yansıtan, kendi ülkesinin efendisi insanların yaşadığı bir ülke yaratacağız.

    Kısır çekişmelerden uzak, düşmanının kim olduğunu ve nereden geleceğini bilen, her şeyi Türklük dairesinde düşünen, Atatürkçü Düşünce Sistemini yaşam sistematiğine dönüştürmüş, tam bağımsızlık ülküsüyle yaşayan insanları yönetim kademelerinde layık oldukları yerde görmek dileğiyle.


    .bayrak



    Saygılarımla...

  2. #2
    beyde isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    beyde - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : beyde
    Üyelik : 29 Ağustos 2006
    Mesajlar : 1,402
    Standart Yazdı : --->: Önemli Duyurudur. Türkçemize gereken değeri verin...
    Alıntı CanTürk Nickli Üyeden Alıntı Mesajı göster
    Bugün “MC Donalds”’dan yiyen,”LEVI’S”dan giyinen, göğsünde Amerikan , İngiliz bayrağı taşımaktan rahatsız olmayan garip traşlı ya da berberin önünden dahi geçmeyen bir gençlik türetildi.

    Bu gençlerin giydikleri tişörtlerin üzerinde yazılanlar (Sing, swing and dance all night (Bütün gece şarkı söyle, dans et ),Kiss Me (öp beni), Revenge (intikam), Bloodly (kanlı), Kill’em all (Hepsini gebert), Punisher (cezacı), Kingdom (Krallık) (Krallık ne demek? Neyi temsil eder? haberi bile yok gencimin) yayılma hevesindeki güçlerin nasıl bir insan tipi yetiştirmek istedikleri hakkında ip ucu vermektedir .
    bu kadar duyarsız olmamak lazım. yabancı dil kullanılan elbiseleri giymek bir marifet değildir. aksine acizliktir nono

  3. #3
    Yalniz_Kurtm isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Yalniz_Kurtm - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : MURAT
    Üyelik : 21 Mart 2006
    Mesajlar : 26,688
    Standart Yazdı : --->: Önemli Duyurudur. Türkçemize gereken değeri verin...
    evet kardeş bir de millet ing. hayranlığı yapıp ing. nick kullanıyor

  4. #4
    Yalniz_Kurtm isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) ( Üye )
    Yalniz_Kurtm - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    İsim : MURAT
    Üyelik : 21 Mart 2006
    Mesajlar : 26,688
    Standart Yazdı : --->: Önemli Duyurudur. Türkçemize gereken değeri verin...
    evet arkadaşlar bu kampayayı desteklemenizi istiyoruz...

Bu Konu için Etiketler